Çizdikleri gerçek oluyor…

Karım Anna’nın çok yetenekli olduğu bir konu vardı: resim. Çizmek onun için hayat gibiydi. Resimlerine ruhundan parçalar katıyordu. Onun küçük çocukları gibiydi tablolar. Zarar görsün ya da kaybolsun, canından can kopmuş gibi üzülürdü. İçi yanardı. Onunla 5 yıldır evli olmamıza rağmen resim yapmaya hiç onun kadar ısınamadım. Bana öğretmeyi çok denedi, hakkını yiyemem. Ama günün sonunda yetenek Tanrı vergisi bir şeydir. İlgim ve isteğim bir müddet sonunda hep tükeniyordu. Yine de vazgeçmez, bir şekil ikna eder ve beni o masaya oturttururdu. Çünkü Anna sadece kendinin değil, başka insanların da resmi sevmesini isterdi. Özel bir kolejde resim öğretmenliği yapıyor, kalan vaktinde de yeteneği olan çocuklara ücretsiz özel dersler veriyordu. En çok bu yanını seviyordum. Kalbi de en az resimleri kadar güzel bir kanındı o. Saatlerini resme harcar ama bu süreyi asla evliliğimizden çalmazdı. Bu sebeple senelerce mutlu ve kavgasız bir evlilik sürdük. Ama her şey, bir hafta önce kökünden değişti. Normal bir sabahın 7’sinde, ikimiz de işe gitmek için evden ayrılırken birbirimizle vedalaştık. Defalarca kez yaptığımızdan farklı bir şey olmadı. Fakat saat 16.30 civarı işten eve geldiğimde rutin dışı bir manzara gördüm. Karım Anna, evin kendine resim atölyesi olarak ayırdığı alanda bir şeyler çiziyordu. Rutin dışı olduğunu söylüyorum, çünkü o genelde akşam 6’dan önce eve gelmez. Günün ortasında talihsiz bir olay yaşadığını zannettim. Basit bir sebep için işini yarım bırakacak biri değildi.

–Bir şey mi oldu hayatım?”

Atölye odasının kapısında dikiliyordum. Kafasını çevirmedi, gözleri kaymadı bile. Varlığımda haberdar olduğunu dahi sanmıyorum. Bazen resim yapmaya kendini fazla kaptırdığı oluyordu. Bu yüzden yanına gidip omzuna dokundum.

–Hayatım?”

Elimi hissettiği an tüm bedeni irkildi. Yine dönüp bana bakmadı ama bu sefer üstüne eğildiği resimden ilgisini kaybetmiş gibi kalemini bir anda masaya attı. Üst bedenini doğrulttu. Karşıya, birkaç resim taslağının olduğu krem rengi panoya bakıyordu. Tekrar bir soru yöneltecektim fakat o, adeta kaçar gibi bir hızla odayı terk etti.

–Anna! Neler oluyor?”

Peşinden gidecekken gözlerim demin yaptığı resme takıldı. Anna genelde hayvanlarla, doğayla ya da insanlarla ilgili tek figürün bulunduğu portreler çizerdi. Ama bu resim, bizim sokağın resmiydi. Bir pencerenin içinden bakılıyormuş perspektifi verilmişti. 4 yollu kavşakta biri araba, diğeri kamyonet olan iki taşıt birbirleriyle çarpışmış gibi burun burunalardı. Arabanın yanında elini anlına koymuş bir erkek figürü, kamyonetin önünde duran elleri havada asılı iri başka bir erkeğe bakıyordu. Araba yan şekilde tam olarak resmedilmiş iken kamyonetin kasa kısmını bir ağaç kesmiş efekti verilmişti. Evimizin önünde duran senelerdir kuru vaziyetteki meşe ağacıydı bu. Resimde sadece gövdesi vardı. Buraya kadar normal olduğunu söyleyebilirim. Ama resme eklenmiş ufak ve tamamen bağımsız bir detay garip ötesiydi. Bu kısmen normal manzarayı balyozla kırıp geçecek kadar aykırıydı. Ağacın yanında, tam da pencerenin içindeki bize bakan siyah bir figür. Kapüşonlu bir adamı gölgesi gibi. Sadece siyahla tasvir edilmiş, ne bir gölge ne de başka bir şey vardı, sadece siyah… Yalnızca göz yerine iki oval nokta beyaz bırakılmıştı. Bu çizimi kolay ürkütücü detayı neden eklemişti anlamamıştım. Anna gerçeküstü olayları çizmekle ilgilenmezdi. Belki de tarzını değiştirmişti. Evin içinde ismini bağırarak onu aramaya başladım. Her seslenişimin ardında kalan sessizlik, gittikçe daha da içimi gıdıklıyordu. En son yatak odamıza gittiğimde onu yatarken buldum, yorganın üstüne sabahki kıyafetleri ile yatmış sırtı kapıya dönük şekilde uyuyordu. Ya da benim onun uyuduğunu düşünmemi istiyordu. Bir şey diyecek iken durdum. Okulda kötü bir gün geçirmiş ve yorgun olabileceğini düşündüm. Bana her şeyi anlatan cıvıl cıvıl karım neden bir anda buz kessin? Başka mantıklı bir açıklaması yoktu. Bu yüzden kapısını örttüm. Onu dinlenmeye bırakıp bir şeyler yemeye gittim. Birkaç iş de halledeyim derken zamanın nasıl geçtiğini unutmuşum. Saate baktığımda 8’i 23 geçiyordu. Genelde bu saatlerde ben gazete ya da telefonumu alıp günün yorgunluğunu atarken Anna resim çizmeye giderdi. Onu tekrar kontrol etmek geçti içimden. Fakat baskıcı bir koca gibi davranmak istemiyordum. Gazetemi aldım ve koltuğa yığıldım. Ne kadar süre sonra bilmiyorum. Dışarıdan anlık ve yüksek bir ses geldi. Kırılan tahta sesi ve ezilme sesleriyle karışık çatırtılı bir ses. Başta yerimden kalkmadım. Fakat sonra bağıran insan sesleri de gürültüye eklenince pencereye gittim. Kavşağın ortasında iki taşıt duruyordu. Taşıtların yanında iki adam birbirleriyle hararetli şekilde tartışıyorlardı. Kamyonetin yanındaki adam ne söylediği anlaşılmasa da bağırarak öfkeyle ellerini savuruyordu. Dejavu mudur bilmem. Ama bu anı yaşadığıma emindim. Çok tanıdık geliyordu. Aklıma Anna’nın çizdiği resim bir anda düştü. Pencere, adamlar, kamyonet… Onun çizdiği resim daha çok taslak gibiydi. Bu anın taslağı gibi. Sanki o… Sanki daha önceden kafasında bunun yaşanacağını planlamıştı. Resim ile şu anki manzaram arasındaki tek fark o tuhaf kara yaratığın olmamasıydı. Pencereden yavaş yavaş uzaklaştım. O şeyin beni izlediğini düşündüm bir an. Tüm akşam pencereye çıkmam için oraya pusu kurduğunu hayal edince istemsiz korktum. Anna’yı uyandırıp bunu açıklamasını istiyordum. Fakat böyle sudan bir sebep için onu uyandırmak mı? Sabah her halükarda sorardım zaten. Duvar saati 21.13’ü gösteriyordu. Uyumak için çok erkendi fakat başım şiddetle zonklamaya başlamıştı ki bunun sadece uyuyarak geçtiğini tecrübe etmiştim daha önceden. Yatak odası kapısına gittim. Açmak üzereydim ki, yapmadım. Yapamadım. Ben… Ben korkuyordum. Anna’nın yanına yatmak beni ürkütmüştü. Uykumda beni gafil avlayabileceği kadar savunmasız ve ona yakın olmak…

–Saçmalama Edward, o senin lanet karın!

Tüm bu deli saçması fikirleri aklımın bir köşesine sürüp yatağıma uzandım. O hala aynı pozisyonda uyuyordu. Ben yanına yatınca sırtını döndü. İstemsiz yaptığı bir tesadüf mü yoksa bilerek mi emin değilim. Zaten kısa bir süre sonra uyumuşum. Kabus görmeden sabahın ilk ışıklarına gözlerimi açtığımda şükrettim. Dünü kötü bir anı olarak unutup karıma sarılmaya hazırlandığımda elim Anna’nın boş yastığına çarptı. O kalkmıştı. Fazla şaşırmadım, dün çok erken yatmıştı. Zaten yapı olarak erkenci bir insandı. Pijamanın koluyla yüzümü ovuşturarak evde dolaşmaya başladım.

–Anna?”

Onu mutfakta kahvaltı hazırlarken bulmayı umuyordum.

Yoktu.

Belki de tuvalete gitmiştir?

Orada da yoktu.

Tüm odaları gezdim, biri hariç. Oraya kasıtlı olarak bakmamıştım. İçerinin dolu olması ihtimali beni sabahın soğuk ayazından daha da çok titretiyordu. Aralık kapıyı ardına kadar açtığımda karımı dünkü ile aynı pozisyonda, bir şeyler çizerken buldum. Kalbim göğüs kafesine çarparak atmaya başlamıştı. Ne işi vardı burada? İşe gitmek için bineceği dolmuş 20 dakika sonra kalmak üzereydi ve o burada resim yapıyordu. Evliliğimiz süresince resim yapması hiç bu kadar sinirime dokunmamıştı.

–Anna, senin sorunun ne?”

Sert ses tonum ve üstüne yürümem ona durumu ne kadar ciddiye aldığımı hatırlatır sanmıştım. Fakat yine bir tepki yok. Kaleminin ucu öfkeli dalgalar çizmeye devam etti. Beni yok sayması… Resmi hiçbir zaman bana karşı tercih etmemişti.

–Anna neden benimle konuşmuyorsun?”

Yok sayılmak beni çileden çıkardı ve onu omzundan tutup üstüne abandığı kağıt parçasından geriye doğru çektim. Kalem elinin titremesi ile kağıtta dalgalı bir çizgi bıraktı. Sonunda ilk kez, kafasını kaldırıp suratıma bakmaya lütfetti. Bana kızacağını sandım. Çizgi neredeyse gölgelendirmesi bitmiş resmin ortasından geçip tüm gerçekçiliğin içine etmişti. Özür dilemeyi düşündüm ama bana kızgın görünmüyordu. Kocaman ela gözleri kanlanmıştı, mavi ve kırmızı kılcal damarları fazla belirgindi. Ne zamandır göz kırpmıyordu? Ya da ne zamandır bu resmin başında oturuyordu? Nasıl bir anlam çıkaracağımı bilmiyordum. Yorgun gibi bile görünmüyordu. Işığın yandan vurduğu resme baktım. Resmin büyük bir bölümünü kaplayan bir adam tezgahın başında kafasını eğmiş elini inceliyordu. Arkadaki çiçekli dolaptan anladım, bizim tezgah… Adamın yüzü memnuniyetsizdi. Diğer resimden daha gerçekçi ve ayrıntılıydı. Gölgelendirmeler ve oranlar tam oturmuştu. Siması yabancı gelmedi. Bu adam şeye benziyordu. Şeye… Bana. Bendim. İş kıyafetleri içinde bu bendim. Tezgah başındaki benin hemen arkasındaki camda da yine o şey. Kanım damarlarımda dondu. Aynı siyah siluet. Camda karanlıktan bakıyordu. Etraf karanlıktı evet. Ama o şey daha solgun ve ışığı içine çeken, göz yoran bir karanlıkla boyanmıştı. Tam olarak resme bakan kişiye beyaz gözlerini kenetlemişti. Elim karımın omzundan çekildi. Anna normalmiş gibi resmi yapmaya geri döndü. Ben ağzımı dahi açamayacak kadar bir şokun içineydim. Tekrar titremeye başlamıştım. Çıkmalıydım. Evden ayrılmak istiyordum. Gözlerimi karımdan ayırmadan kapı eşiğinden geçtim. İş kıyafetlerimi giydim ve kovalayanım varmış gibi evden çıktım. Böyle bir durumda ne yapılırdı ki? Polise mi gitmeliydim? Ne diyecektim ki? Karım geleceği görüyor mu? Gülüp işlerine devam ederlerdi. Anna ile konuyu konuşamıyordum zaten. Ben de iş yerinde bu olayı biraz daha sindirmek için Fred’in yanına gittim. İş verenim olan şirkette Mali Müşavir olarak çalışan ama işi aksine çok eğlenceli bir arkadaşım Fred. Ona bu konuyu anlatsam eminim bana paranoyak olduğumu ve çok abarttığımı söyleyip bir de üstüne saçma “Fred” şakalarından bir tane yaparak neşemi yerine getirirdi. Fakat onun bile olayı anlatmayı bitirdiğimde yüzü asıldı.

–Dostum… Bu cidden tuhaftı bak.”

–Sence ne yapmalıyım?”

Elini çenesine götürüp işaret parmağıyla dudağına vurmaya başladı.

—Ne bileyim, belki de ona ilgi göstermelisin. Anlarsın işte, kadınlar ilgiyi sever."

–Benimle konuşmuyor bile.”

–O zaman bir psikoloğa gidin. Ne diyebilirim ki?”

Haklıydı. Omzuna üç kere vurdum ve kendi işimin başına döndüm. Bir yandan da Web’de bulduğum Psikolog ve Psikiyatrların numaralarını not ediyordum. Eve dönünce Anna’yı zorla da olsa karşıma oturtup bunu konuşacaktım. Benimle bir derdi olabilirdi. İlginç bir yoldan bana alındığını anlatıyordu belki? Her ne lazımsa yapmaya hazır olduğumdan şüphesinin olmamasını sağlayacaktım. Dakikalar saatlere karıştı ve bir iş günüm daha bitti. Eve arabam ile dönerken kafamda konuşacaklarımı planlıyordum. Sorun neyse halledip tekrar mutlu olacaktık. Zavallıca hayallerim işte. Eve döndüğümde kapının önünde bırakılmış beyaz bir zarf gördüm. Bu beklenmedikti çünkü posta kutumuz tam kapının önünde duruyordu ve aylardır bomboştu. Zarfı yerden aldım, üstünde ne gönderenin adı ne de başka bir şey vardı. Yalnızca benim adım. İçeri girdim ve ağzını açmak için çekmeceden bir meyve bıçağı aldım. Lanet şeyi çok sıkı yapıştırmışlardı. Açayım derken bıçak, sağ elimin baş parmağını kestiğinde zarfı ve bıçağı tezgaha attım.

–Lanet olsun.”

Kesikten çizgi halinde çıkan koyu kırmızı kanı yere akmasın diye emdim. Peçete ararken gözüm yanda duran açık pencereye takıldı. Anna’nın resmi… Kafamı kıyafetlerime indirdim. Ha siktir be! Bu neyin nesiyse artık. Psikologların ya da başka birinin çözebileceği bir şey değildi. Normal değildi, ilahi ya da şeytani. Beni altıma işetecek kadar korkuttuğu kesindi ama. Açık pencereden esen rüzgarla yere düşen zarfa gözlerim kaydı. Ağzı açılmış ve içindeki beyaz kağıt görünüyordu. Zarfı yerden aldım. Parmaklarım kontrolü kaybetmişti. İlk sefer düşürdüm. İkinci sefer elime aldığımda koca kağıtta bedenimi tümüyle karıncalandıracak 3 kelime büyük puntolarla yazılmıştı.

SON RESİM TAMAMLANDI

Yukarı koş

İçimden bir ses bana haykırıyordu.

Son resme bakmam için.

Karımın atölyesine koştum. Evim içime çöküyordu. İçindeki hava bile ciğerime batıyordu. Atölyede Anna’yı görmedim, daha doğrusu koşarken göz gezdirdiğim hiçbir odada yoktu. Kapıya varınca koşmayı bıraktım. Masanın üstüne duran renklendirilmiş resmin ucu rüzgar ile kıpraşıyordu. Bakmaya kokuyordum. Ama bacaklarım kendiliğinden masaya doğru hareket etmeye başlamıştı bile, bir adım, bir adım daha. Resim daha da netleşiyor, üstündeki figürler anlam kazanıyordu. Resme dik açıyla bakmaya başladığımda bedenimden kan çekildi. Büyük ihtimalle mekan olarak yatak odamız tasvir edilmiş. Yerde uzanan ben, kafam yatağın köşesine dayanmış. Gömleğimden kırmızı bir şeyler akıyor, aynı kan gibi koyu ve rahatsız edici. Başımda, elinde en büyük et bıçaklarından biriyle duran Anna var. Bıçaktan damlayan şey üstümdekiyle aynı şehvetteki boya. Resimdeki en pigmentli, can alıcı renk o. Anna’nın beyaz eklemleri belirgin boyanmıştı. Yüzündeki gülümseme ise, gerçek üstü olacak kadar gerçekçi… Benim cesedim olduğunu düşündüğüm şeye zafer edasıyla gülümsüyor. Dişleri resimden suratıma fırlayacak kadar dışarıda. Ve karanlık… Tam benim arkamda duruyor. O şey diğer resimlerdeki aynı karanlık yaratık fakat bu resimde daha farklı… daha önde ve büyük, simsiyah olmasına rağmen ayrıntıları daha belirgin ve o… O da gülüyor. Diş araları olmayan bir gülücük, gözleri daha büyük ve ağzı yerine yarım daireyi andıran bir boşluk. Resme daha çok vahşet katıyor. Son resim… Benim ölüm anımı canlandıran bu resim. Sağ bacağım kendi kendine atmaya başladı. Az kalsın yere devrilecekken sandalyeyi tuttum. Anna şu an her yerde olabilirdi. Evin bir yerlerine gizlenmiş gırtlağımı kesmeyi bekliyor olabilir, ya da bıçağı almış üstüme koşuyor vaziyette. Kafamda başlayan kaos bedenimi de sardı. Hemen evden çıkmalıydım. Resimden anlaşıldığı üzere olay yatak odamızda gerçekleşiyordu. Oraya girmemeliydim. Oraya girmediğim sürece sağ kalacaktım. Ensemdeki tüyler havaya kalktı. Tam arkamda sanki o siyah figür. O şey bana bakıyordu. Tüm resimlerde baktığı gibi beyaz boş gözleriyle. Daha hızlı koşmaya başladım, arkamdaki varlığı benim için neredeyse kesinleşmişti. Ondan kaçmak istiyordum. Mutfağı geçip giriş holüne vardığımda ceplerimi karıştırdım. Siktir! Araba anahtarlarım yoklardı, çantamda ya da başka bir yerde de yoklardı. Düşürmüş olmalıydım. Ama nerede? Aklıma resim atölyesi geldi. Orada olmalılardı. Eve geldiğimden beri girdiğim tek yer orasıydı. Fakat yukarı savunmasız çıkamazdım. Anna her yerde olabilirdi. Kendi evimde kendi karımdan kaçıyordum resmen. Dolaptaki bıçaklıktan bir bıçak almak için kulpa uzandım. Tam olan bıçak setinde yalnızca bir yer boştu… en kalın bölmenin olduğu et bıçağının yeri. Beynim acıyordu. Kalbimin sesi kulaklarımı tıkamıştı. Ölmeyecektim. Hayır, bugün değil, karım tarafından değil. Yukarı koştum. Bıçağı saldırgan bir pozisyonda tutarken temkinli şekilde odalara içeri girmeden bakıyordum. Koridorun sonunda yalnızca iki oda kaldığında… Atölye ve yatak odası. Lütfen atölyede olsun dedim içimden. Lütfen sadece yere uzanıp anahtarı alayım ve buradan defolup gideyim. İçeri girdim, yerlere baktım. Yoktu, buhar olmuştu. Son bir umut, her ne kadar korksam da yatak odasının içine girmeden içeri göz attım. Gayet sakin ve huzurlu, binlerce mutlu anımın olduğu bu ev hiçbir şey değişmeden benim için bir korku evi olmuştu. Pencere kenarındaki küçük şifonyerin üstünde duran anahtarları fark ettim. Oraya nasıl gitmişlerdi? Cebimden yatak odasına nasıl varmışlardı? Bunları düşünmek zaman kaybı olurdu. Oysa ben zamanla yarışıyordum. Evden çıkmam lazımdı… Bunu yapmam lazımdı. Ama bu kendi ayaklarımda kendi ölümüme koşmak olurdu. Ona müsaade etmiş olurdum. Başka bir çare görünmüyordu. Koridora baktım, odanın içine de. Sessizdi. O kadar ki sessizlik üstüme kapanıyordu, bedenimi sarsıyordu. İçeri usulca girdim, her an bir yerden karımın insan üstü gülümsemeli yüzüyle karşılaşacakmış gibi hissediyordum. Hızlı yürümek istiyordum ama korkuyordum. Attığım her adımda ve odanı içine biraz daha sokulduğumda, her seferde benim için kurulan kapanın içine bir adım daha giriyordum. Bir adım daha…

Şifonyere vardığımda anahtarı hızla kaptım. Tehlikeyi atlatmıştım. En azından öyle sanıyordum. Erken sevinmemek lazımmış. Arkamı dönüp ilk adımı atmamla yatağın karşısındaki gardırobun kapağı yolumu keserek önüme açıldı. İçinden o korkunç gülümsemesi yüzüne maske gibi takılmış olan Anna, havada tuttuğu bıçağı ani bir hareketle üzerime indirdi. Hayatta kalma içgüdüsü ile mi bilemem ama seri bir refleks gösterip yana kaçtım. Yine de bıçağın koluma değmesine engel olamadım. Üst kolumu boydan boya yarmıştı neredeyse. Acı ve kanın varlığına alışmama fırsat bulamadan Anna’yı tekrar eli havada gördüm. Yaralı kolumu kaldırıp bana inecek eli son anda tuttum. Bıçak burnuma değdi değecekti. Anna’yla daha önce hiç dövüşmemiştik ama gücü fazlaydı… Karımın olması gerekenden güçlüydü. Bir kadından hatta bir insandan fazla güçlüydü. Kolumda kesikle açığa çıkmış damarlarda pompalanan kan üstüme akmaya başladı.

–Anna,dur lütfen!”

Bıçağı bastırırken ki sessiz gülümsemesi daha da artıyordu. Acı çekmem hoşuna gitmiş gibi ruhsuz gülücük kahkahaya döndü. Bağırarak gülmeye başlamıştı. Bir şeyi komik bulmuş gibi değil, o… Acı çekiyordu sanki, kaşlarının uçları acıyla havaya kalkmış ve gözleri, artık boş bakmıyordu. Pınarından bir damla yaş aktı. Sonra iki oldu, ağzı kahkahalarla doluyken gözleri üzüntüsünü yaşlarla kusuyordu. Vahşi kahkahaları tizleşirken dudakları bir şey söyler gibi kıpırdadı. Yanlış mı duydum bilmiyorum, belki de öyle duymak istediğim içindir ama dedikleri arasından iki kelimeyi seçebildim

Yardım et.

Kolu sanki o an, bilerek gevşedi. Bunu fırsat bilip onu geriye doğru ittim. Ayağı yere değen çarşafa takıldı ve Anna geriye doğru düştü, düşerken kafası tam da şifonyerin üstüne geldi ve tüm kahkahası kesildi. Bir anda volüm sıfıra indi. Yerde yatan bedeninin altına kanlar birikmeye başladı. Karşıya bakan kafasının üstünden tutam saçlar gibi inen kan, açık gözünün içine doldu. Birkaç saniye hiçbir şey yapamadım. Beni kendime getiren şey adrenalinin etkisi geçerken daha fazla hissettiğim kolumun acısı oldu. Bıçağı elimden attım ve Anna’ya koştum. Beni öldürmeye çalıştı evet, ama inanın bana. Bunu ispatlayamam, ne size ne de kendime. Ama o benim karım değildi. Karımın bedenine sıkışmış başka bir şey; ruh, iblis, lanet bir kuklacı! Ama benim karım değildi. Son sözleri çaresizce benden yardım isteyen kadın benim karımdı. Bunu hala geceleri kafamı yastığa koyduğumda düşünüyorum da… Onu kurtarmak yerine ondan kaçmayı tercih ettim. Evlenirken bir söz vermiştik, hastalıkta sağlıkta, kötü gününde ve iyi gününde… Ben ise kaçmayı tercih etmiştim. Hala bunun için kendimi bir aşağılık gibi hissediyorum. O anki pişmanlığım acıdan ya da korkudan çok daha can yakıcıydı.

–Özür dilerim Anna.” Dedim, geç kaldığımı bilsem de. Ardından 911’i aradım. En fazla 5 dakika içinde geldiler. Anna’yı hastaneye kaldırdılar ve benim de koluma dikiş attılar. Ardından karakola gittik. Polisler bir çuval dolusu gereksiz soru sordu ve bende hepsine geçiştirici cevaplar verdim. Asıl merak ettiğim karımdı. Bana şu anlık komada olduğunu söylemişlerdi. Onu ziyarete gitmek istedim fakat doktorlar durumunun kritik olduğunu belirtti. Bana çok az bilgi veriyorlardı. Ta ki bugüne kadar. Bundan 4 saat önce karımın kaldığı hastane telefonumu aradı. Kalın sesli bir hemşire üzülerek karımın başaramadığını söyledi. Başaramamak… Hayatta kalmayı başaramamıştı. Ama beni kurtarmayı başarmıştı. Haberi duyunca tüm sinirlerim gözyaşlarıma hücum etti. Aralıksız ağladım, 1 saat. 2 de olabilir. Karımı öldürdüğüm ve onu kaybettiğim için üzüntüden ağlıyordum. Bittiği için de mutluluktan… Ama tüm teorimi sarsan bir kargoyu bunu yazmaya başlamadan 15 dakika önce kaldığım otelin kapısının önünden aldım. Tek bir zil sesi, kimse yoktu, sadece yerde bırakılmış yassı ve dikdörtgen bir paket. Paketi açtığımda gördüğüm şeyi iğrenç bir şeymiş gibi yere attım. Bu nasıl olmuştu? Bunu kim yapmıştı? Paketteki şey ilk baktığımda dahi eski korkumu geri kazandıran, tüm vücudumu lastik gibi geren bir şeydi. Her nasıl olduysa üstüne yeni kan lekeleri eklenmiş bir resim.

Son resim.

Etiketler:

Yorum Yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3032 Toplam Flood
2372 Toplam Yorum
1442 Toplam Üye
5 Son 24 Saatte Flood

Kod e‑postana gönderildi. (24 saat geçerli)