13. Akşamdan sevgilerle…
Fransa, Marsilya,1722
Ben onu çok sevdim.
Hem de her şeyden çok
Kendimden bile.
Marsilya, vebanın başkenti olmuştu. Cesetler sokaklara taşıyordu. Kolları, ayakları kararmış; insana bile benzemeyen insan cesetleri. Cesetlerin başında yüzler… Ağlayan, çaresiz ve kederli yüzler. Sevdiklerini bırakmak istemiyorlardı. Sevdikleri çoktan göçüp gitse de. Ne olur kınamayın. Sevmek nedir iyi bilirim. Nasıl belalar açar başınıza ama onu yanınızda görünce nasıl da unutursunuz tüm tasaları. Onların günahıydı bu, sevmek. Çaresi olmayan bu hastalığa yem olacaklarını biliyorlardı. Kurtuluşun olmadığını biliyorlardı. Yine de son ana kadar bırakmazlardı. Cesetleri toplamak için gelen atlıları görene kadar. Şifacılardan deli bir telaş içinde çare ararlardı. Maskelilerin peşinden koşarlardı. Fakat hep aynı son. Anlayacak kadar çok gördüm. Başıma gelmemesi için her gün Tanrı’ya dua ettim. Sevgili Camile’in de başına gelmesin. Kendisi karım olur. Çok değil, yalnıza 3 yıl geçti izdivacın üstünden. Şans bizden yana değilmiş ki hemen ardından veba şehrimizi buldu. Ölümler etrafımızı sardı. Önce Camile’in kız kardeşi, sonra babam… Bu illetin bizden aldıklarıyla ancak birbirimize dayanarak kurtulduk. Herkes giderdi. Ama biz kalırdık. Hep böyle olacağına inanırsınız. Ne mutlu değil mi? Fakat bazen hayat tüm işlerinizi bozar, doyumsuz olur ve herkesi alır sizden. En sevdiğinizi de. Camile… Benden uzak durmaya başladığında anladım. Yer yatağında yatmaya başladığında. Sürekli aç değilim diyerek sofralarda benden kaçmasıyla bir tuhaflık olduğunu sezdim. Sonra giydiği bol çarşaflar, vücudundaki devasa çıban yaralarını kapatmak için. O sadece beni korumak istiyordu. Tenha bir köşede çaresizce ölümü kabullenmişti. Artık yatağa düştüğünde fark ettim. Çok geçti. Benim Camile’im olmamalıydı. Bu dünyada bir sürü kötü insan yok mu? Gaddarlar, haydutlar, katiller yok mu? Neden o? Neden benim güzel ve masum karım bunu hak etti? Başında beklediğim her gün bana yalvarırdı. Kendime de bulaştırmamam için başından ayılmam gerektiğini söylerdi. Yapmayacağımı da bilirdi. Tanıyordu o beni. Bu yüzden kaba davranmaya çalıştı. Zarafet o kadar işlemiş ki ruhuna, hiçbir zaman da beceremezdi rol yapmayı. Günlerim ağlayarak geçti. O her titreyip yatağında kıvrıldığında, üzülmeyim diye kollarını çarşaf altında sakladığında… Umutsuz insanlara dönüştüm. Gördüğüm o sefil insanlardan oldum, peşinden koştuğu halde yüzüne kapıyı çarpan şifacıların esirlerinden biri de ben oldum. Ezildim, beş para etmeyecek insanların gölgesinde. Tanrı’nın gölgesinde. Bulamadım, Camile konuşamayacak kadar kötüydü. Yemeyi ve içmeyi kesmişti. Ölüyordu. Önümde, her gün bakmaya doyamadığım karım ölüyordu. Etleri birbirine kaynamış yeşil cesetleri toplayan araba, onun için gelecekti. Dolma parmaklarıyla onun narin bedenini kavrayıp faytonun arkasına atacaktı. Benim Camile’imi… İzin vermezdim. Son çaremi kullandım. Son kozumu oynadım. Toplumun dışladığı, lanet olarak gördüğü ve karanlıklarda yaşayan birine gittim. Söylentileri çok geçen bir cadıya. Bulmak herhalde kolay olmadı. Ama bir gün, kendimi onun kapısını çalarken buldum. İşe yaraması mümkün görünmüyordu. Umutsuz insanlar böyle yapar işte. Her boktan adımı düşünmeden atarlar. Kapıya çıkan kadın düşündüğüm gibiydi. Gri tenli, kuru ve iki büklüm. Beni görünce ürküp içeri kaçtı.
–Kimsin sen?”
–Zarar vermeye gelmedim. Tedavi arıyorum.”
Sustu ve kımıldamadı.
–Ne için?”
–Kara ölüm.”
–Yoksa sende mi var?”
–Hayır, sevdiğim birinde.”
Lafımı bitirince kapı yavaş yavaş aralandı.
Koku dolu zümrüt yeşili gözleri şimdi leş bulmuş akbaba sevinci ile bana bakıyordu.
–Karşılığında ne verebilirsin?”
–Ne istersen.”
–İçeri gel evladım.”
İçerisi düzenliydi. Raflar boyunca şişeler ve içi görünmeyen kavanozlar vardı. Cadı eski kütük bir masanın yanında iki üç tahtası çatlamış bir sandalyeye oturdu. Karşısına oturmam için bana işaret etti. Dışarıdaki sert rüzgarın uğultusu kulaklarımı çınlatıyordu. Ev, her uğultunun ardından sessiz bir isyan misali şiddetle sallanıyordu.
–Onun için her şeyi verebilir misin?”
Beklemediğim bir soru olmasına karşın tereddütsüz cevap verebildim.
–Evet”
–Canın da buna dahil mi?”
–Neden böyle sorular soruyorsun?”
Ayağa kaktı ve kerpiç evinin tozlu rafları arasında gezinmeye başladı. Eline aldığı birkaç kavanoz, kemik parçası ve şişeyi toplayıp masaya getirdi.
–Onu kurtarabilirim, ama…”
-Ama ne?”
–Büyünün bir düzeni vardır evladım, evrenin bir düzeni vardır. Bir şeyi korumak istiyorsan yerine başka bir şey feda etmelisin. Yoksa kaos baş kaldırır.”
Cümleleri karmaşık görünse de gayet açıktı. Kana karşılık kan, cana karşılık can.
–Onu kurtarmak için birini kurban etmeliyim.”
–Birini değil, kendini.”
Onunla kavuşmak için ondan ayrılmam lazım… Tanrı’yı bir kez daha düşündüm. Belki sevgimi sınıyordu, onun için neler yapabileceğimi görmek istiyordu. Düşünmedim, bunu onun için yapmıyordum. Camile için yapıyordum. Hayatım, elimde kalan bir avuç şeyde en kıymetlilerimden biriydi. Ama en kıymetlim değildi.
–Peki.”
Cadı kaşlarını kaldırıp bana baktı.
–Emin misin?”
–Ne yapmam lazım?”
Bana derin, yaşını ilk defa bu kadar gösteren gözleriyle baktı. Ardından getirdiği malzemeleri birbirine katmaya ve ayinler okumaya başladı. Uzun sürmeyen bir zamanın sonunda, kemikli ve kırış kırış elini bana uzattı.
–Elini ver.”
Tereddüt içinde elimi uzattım. Çarşafının altından minik bir hançer çıkarıp avcuma bir kesik attı. Beklemiyordum. Yine de karşılık vermedim. Kanımın ağaç kovuğundan oyulma kaba akmasını izledim. Kaptaki karışım parıldadı. Tutuşan bir kor gibi yandı, kavruldu ve geri söndü. Gözlerimi kapayıp ölmeye hazırladım kendimi. Ruhumun yukarı yükselmesini ve rüzgara karışmayı bekliyordum. Fakat gözlerimi tekrar açtığımda yerimde kendimi oturur halde buldum. Büyünün işe yaramadığını düşündüm.
–Neden olmadı?”
–Hayır, aksine olması gerektiği gibi oldu. Şimdi eve git. Karını sağlıklı bulacaksın. Yalnız genç adam, sadece 13 günün var. Her gece saat 12’yi vurduğunda kapını çalacaklar. 13 gün her akşam kapını çalacaklar. Seni almaya gelecekler. Eğer kapıyı 13 gün içinde açmazsan karın tekrar hasta olur. Büyü bozulur.”
–Beni kim almaya gelecek?”
–Bunu o akşam öğreneceksin.”
Verdiği paçavra ile elimi sardım.
–Karşılık olarak ne istiyorsun?”
Gülümseyince kuru dudakları biraz daha çatladı.
–Ben lanetli ve kötü değilim evladım. Canını kurban etmiş bir adamdan bir şey isteyecek kadar aşağılık da değilim. Git ve karınla kalan zamanlarını en güzel şekilde geçir.”
Minnetimi belli etmek için başımı öne eğdim. Sonrasında eve koştum. Onu tekrar kanlı canlı karşımda görme fikri. Bacaklarımdan başlayarak vücuduma bir güç vermişti. Bir teselli vermişti ölüme karşı. Tıpkı beklediğim gibi karşımdaydı. Yanakları tekrar al, cildi tekrar parlak, saçları yeniden gür ve etleri canlıydı. Gerçekten iyi olmuştu. Ona sarıldım, havada savurdum. Ölüm beni korkutmuyordu, yanımda o varken yeterince yaşıyordum çünkü. O akşam eğlenmediğimiz kadar eğlendik, kutlamadığımız kadar kutladık. O kadar unutuyordum ki onunla olduğum zamanlar dünyayı, gece yarısı kapının sesini duyana dek hatırlayamadım. Beni yerimden sıçratacak kadar sert çalıyordu. Uykumdan fırladım. Nerdeyse kapıyı kıracaklardı. Sonra ses durdu, en fazla iki dakika içinde her şey normale döndü. Camile’e baktım. O duymamış gibi hala yatağında kim bilir kaçıncı hülyada geziniyordu. Ona sarıldım. Tekrar kafamı yastığıma koydum. Vücudu bana döndü ve kafasını göğsüme koydu. Değdiğini fark ettim. Her gece fark ettim. Her gece kapı çaldığında ona daha da sıkı sarıldım. Bedeni ölüme karşı bir teselli oluyordu her gece. Tekrar huzur buluyordum kapım parçalanacak kadar gür sesle çalınırken. Son akşama kadar. Veda akşamıma kadar, hiç düşünmemiştim oysa ki, ne diyeceğimi. Gerçeği her halükarda söylemezdim. Ama bir vedasız da sevgilimi bırakıp gitmek istemiyordum. Yatacağımız vakit, 12’ye 1 saat kala yani. Salonda kara kara ne diyeceğimi düşünürken oraya buraya gidip geliyordum. Sonunda karar verdim. O an içimden ne geçerse. Düşüncelerim ne yapmamı söylerse onu yapacaktım. Fakat odamıza gittiğimde çoktan sırtını dönmüş uyuduğunu gördüm. Uyandırmayı düşünmedim diyemem. Bir melek gibiydi uyurken. Uyandırmak bencilce geliyordu. Bir günah gibi kalbimi yakıyordu onun rahatını bozmak. Son kez ona baktım, asırlar boyu baksam doyamayacağım Camile’ime… Sonra aşağı indim. Oturduğum bu masaya, yazdığım bu satırların başında buldum kendimi. Saat 12’ye çeyrek var. Fazla zamanım kalmadı. Camile… Sabah ışığına alışamayan gözlerinle bu mektubu okuduğunu hayal ediyorum. Bu satırlar sana ithafen sevgilim. Ne olur bunu son olarak düşünme, ne olur gittiğimi düşünme. Ölüm, seni sevmeme mani olacak kadar güçlü olamayacak. Ruhumu taşıdığım her yerde seni de taşıyacağım kalbimde. Gittim diye ağlama, yaşamaya devam et. Sen, asil duruşuna yakışacak kadar özgüvenlisin de. Bunlar senin suçunmuş gibi hissetme. Seni bağışladım, her şey için bağışlarım seni. Mutlu ol, eğer karşına seni sevecek bir erkek çıkarsa… eğer seni sevecek bir erkek çıkarsa evlen onunla. Bir çocuğunuz olsun. Hatırlıyor musun? Erkek olursa Antoine, kız olursa Coraline koyacaktık çocuğumuzun ismini. Keşke bu kadar uzun kalabilseydim yanında. Bu sefalet dolu dünyada seni yalnız bıraktığım için beni affet. Gitmeliyim Camile. Gitmem lazım. Onları duyuyorum. Kapıyı çaldıklarını duyuyorum. Beni istiyorlar.
Lütfen unutma; seni hep seveceğim, hep… Her şeyden çok.
Elveda sevgilim. Elveda…
Etiketler: