Bir tarikat tarafından kaçırıldım…

Öncelikle bu anılarımı yazdığım bir günlük değil.
Geçmişi yad etmek için anlattığım bir şey değil.
Bu bir uyarı. Eğer biraz olsun aklınız varsa, bundan bir ders çıkarın.
O olaydan nasıl sağ kurtuldum bilmiyorum. Belki fazla şanslıydım. Belki zekice davrandım. Belki Tanrı benim yaşamamı istiyordu. Ama yaşadıklarım belli bir zaman dilimde kalmadı. Hayatıma yayıldı. Beynime tahmin edebileceğinizden daha derin kazındı.
Ağustos 2007
Üniversitede felsefe öğrencisiydim. Hayallerim vardı, kafamı yastığa koyduğumda düşlediğim bir yaşam… Melek sayılmasam da temiz bir kalbim vardı. Müzikle ilgiliydim. Sokaklarda ve barlarda ara sıra kendim çalıp söylediğim gösteriler sergiliyordum. Çoğu yaşıtım gibiydim yani, normaldim. Ve çoğu yaşıtımın yapacağı gibi bir gece normal bir bara gittim.
En azından ben normal olduğunu düşünüyordum.
Beni oraya götüren kız, belki bunlardan haberi yoktu, belki beni nasıl bir bok çukuruna attığını bilmiyordu. Ya da belki o da işin içindeydi. Onu bir daha hiç aramadım, merak etmedim.
Clara Denwis ile başlayalım.
Gece bile güneşi hissettiğiniz bir Ağustos akşamıydı. Clara ile okulda sözleşmiştik. The Moon Bar’da buluşacaktık. Dediği saatte dediği yerdeydim. Onun insan üzerinde en sert uyuşturucudan bile daha etkili bir aurası vardı. Cazibe deyin, çekicilik deyin. Beni etkisi altına almıştı. Onun etrafında bir damla içmeden sarhoş olmuştum. Bardaki yüksek sandalyelerden birine oturdu, karşısına oturdum. İkimize içki söyledi, bana fikrimi sormamıştı ama itiraz etmedim. Sürekli benimle konuşuyor, gülüyor ve bana dokunuyordu. Onu dinliyordum, başımı sallıyorum ve onunla gülüyordum. Anlattıklarını komik bulmasam da. Beni lanetlemiş gibiydi. O sonsuza kadar burada kalsa bende yanında kalabilirdim. Ama en fazla birkaç saat içinde sarhoş oldum.
İşte her şey bundan sonra beter oldu.
Beynim alkolün etkisinden yavaş yavaş sıyrılıyordu. Daha gözlerimi açmamıştım ama Clara ile aynı yatakta uyanacağımıza neredeyse emindim.
Öyle olmadı.
Gözlerimi açtığımda her taraf hala karanlıktı. Ama bir yerlerden ışık sızıyordu. Bardaki kadar güçlü değil. Zayıf, istikrarsız ve loş bir ışık. İçeri girerken havadaki toz taneciklerini ve karşımdaki duvarın bir kısmını aydınlatıyordu. Işığın sırtımı yaktığını hissettiğimde yerimi değiştirmek istedim. Olayın ilk gerçekliği beynime kurşun kadar hızlı girdi.
Kıpırdayamıyordum.
Ellerimi oynatabiliyordum. Ama kollarımı öne doğru birleştirmeye çalıştığımda bana bir halat engel oluyordu. Bacaklarımı ayırmaya çalıştığımda yine ayaklarıma dolanmış bir halatla karşılaşmıştım. İpler beni bir piton gibi sarmıştı.
-Bu da ne böyle?
Bir rüya olması lazımdı. Bu imkansızdı. Belki bir karabasan? Ya da hala sarhoştum ve sanrılar görüyordum. Gerçekle hayal arasında kurduğum bir köprüde asılıydım ve ne tarafa gitsem kararsız kalmıştım.
Sesler.
Kulaklarım yavaş yavaş ortamdaki seslere hakim olmaya başladığında bir şeyler duydum. Alet tıngırtıları, iki demirin birbirine sürtmesiyle oluşan uğultu… Biri sanki bıçağını biliyordu. Ardından nefes sesleri, hızlı ve homurtulu. Parçalanış bir gırtlaktan çıkıyor gibiydi. Başta bana aitler sandım ama ses benim için fazla tizdi.
Taş duvarın arkasından geliyordu.
Biri sanki 100 metre maraton koşmuş gibi ölümcül hızda soluyordu. Eğer orada öyle bağlı olmasaydım onu kontrol etmeye giderdim. Devam eden zamanda sesler dönüşmeye başladı, inlemelere, ağlamalara, ara sıra kızgın homurtulara.
-Canın cehenneme pislik torbası! Dedi biri.
Emindim, bu bir kadın sesiydi. Bir an korkunç bir fikir aklımı kapladı. Ya Clara ise? Belki yaralıydı, acı çekiyordu.
-Uzak dur benden aşağlık herif!
Ses tekrar duyuldu. Daha yüksek ve daha tehditkar. Ama bu agresifliğin altında başka bir duygu yatıyordu. Korku. Yandaki kız, ona yaklaşan her neyse ondan ölümüne korkuyordu.
O anda, hala rüyalarımı süsleyen o çığlığı duydum.
Kaçınız hayatınızda gerçekten saf acıyı tatmışsınızdır bilmem. Elinizin kesilmesi ya da yere düştüğünüzde çizilen diziniz bunun yanında sadece işin tuzu biberi kalır. Saf acı insanın gerçek yüzünü gösterir. Sizi değiştirir. Bir bitkinin köküne verdiğiniz zehir gibi düşünün. Onu sarar, kurutur. Ama bir anda değil, yavaşça. Saf acı böyle bir şey. Bir insan sesine bunu ne kadar yansıtabilir diye merak ederseniz de ben söyleyeyim.
Bütünüyle.
Kadının çığlığını duyunca, damarlarımda hissettiğim korkuyu size tarif edemem. Kalbimin bir anda hızlanışı ve gözlerimin sulanmasını, adrenalinin nasıl elimi ayağımı birbirine kattığını anlayamazsınız. Yaşamanız lazım. Ama dilerim ki hiç yaşamayın.
Kadının çığlığı biraz da olsun insancıl bir forma dönüştüğünde ağlama sesleri eklendi. Saf acının yan etkisi, içten bir ağlama. İnsanın böğrünü yakacak kadar rahatsız edici. Ben bile bunu yapan yerine vicdan azabı çektiğimi hissettim.
-Daha fazla olmaz, dedi kadın inleyerek.
Ve sonra yine aynı çığlık. Tamamen insanlıktan yoksun. Daha çok bir hayvanın son nefesi gibi… Artık bir şeyler yapmam gerekiyordu. İpleri ellerimle yoklamaya başladım, bir düğüm noktası arıyordum. Bir yandan kollarımı tuhaf şekillerde hareket ettirerek ipleri gevşetmeye çalışıyordum.
Seslerin kesildiği an bende kıpırdanmayı kestim.
O kadar yüksek seste bir çığlığın bu hızda kesilmesi gerçekdışıydı. Kız bayılmış olmalıydı. Ya da… Ya da…
-Odaklan Rick, buradan çıkmaya odaklan.
Gözlerimi yumdum ve iplerle olan işime geri döndüm. Ama yine yan odadan bir ses duyuldu. Bu sefer acı çeken bir kadına ait değildi. Borazanı andıran bir erkek sesiydi. Biriyle konuşuyor gibi sorular soruyordu. Sonradan muhabbete yeni bir ses daha eklendi. Ona göre daha tiz ama yine de erkek olduğu belli biri.
İşin bitti mi?
-Evet. Bu zayıf çıktı.
-Yenisi yanda seni bekliyor.
-Umarım o daha dayanıklı çıkar.
-Merak etme, zevkten dört köşe olacaksın.
Korku, yoğun bir sis tabakası olarak üstüme çöktü. Yerimde mıhlandım, biri beni dondurucuda unutmuş gibi kımıldayamıyordum. Adrenalin, damarlarımı patlatıp dışarı fışkıracaktı. Soğuk terler anlımdan akıp gözlerime giriyordu. Aynı cümle bir balyoz misali beynimin duvarlarına çarpıyordu. Yan oda… O yan oda…
Kapı, yıllardır yağlanmamış olduğunu belli ederek açıldı. Sesin sahibiyle uyumlu koca bir adam içeri girdi. Kırmızı bir önlüğü vardı. Hayır, önlüğü kırmızı değildi, yeşildi. Ama her tarafı kanla kaplıydı. Önlüğün üstünde ise basitçe çizilmiş bir kuş sembolü vardı. Sembolü o an tanımasam da şimdilerde onu birkaç felsefe kitabında gördüğümü hatırlıyorum. Elinde tuttuğu testereyi gördüm. Tırtıklı ağzındaki parçaları görünce kendi üstüme kustum. O şeyler deriydi. Yapış yapış ve kanlanmış sarımsı deri parçaları, arada sanki bir de dudak ve kaş parçası görmüştüm. Neredeyse iğrenme duygum korkuyu geçmişti. Adam sanki aramızda kilometreler var gibi bana doğru yürüyor ama bana yaklaşmıyordu. O ana kadar fark etmediğim yanda duran bir tezgaha doğru döndü. Artık ipleri yolduğumu fark ettim. Tahta gibi sert halata tırnaklarımı geçiriyor, tırnaklarımın kanadığını, kanımın tırnak etlerime dolduğunu hissediyordum ama durmuyordum. Vücudumun tüm kontrolü elimden kayıp gitmişti. Artık beynimde mutlak korku hüküm sürüyordu.
-Çok bağırır mısın?
Kalbimin çarpma sesi o kadar artmıştı ki adamı duyamamıştım.
-Ne?
-Çok çığlık atar mısın diyorum? Yandaki gibi.
Bana baktı ve güldü. Gözleri beni ölçüp biçiyordu. Önce neresini deşsem diye düşünüyordu sanki.
-Ben… Ben… Beni öldürecek misin?
Tüm yüzünü bana döndüğünde elindeki neşteri fark ettim. Parlıyordu, sanki o bile tenime girmek için can atıyordu.
-Hayır. Ama işim bittiğinde gırtlağını kesmem için yalvaracaksın.
32 dişi leş kokan nefesi ardından ortaya çıkarak gülümsedi.
İlk darbe
İlki, her zaman en zordur. Acıya dayanıksız vücudun için ilk darbe ölümcüldür. İlkine dayanırsan devamına da dayanırsın. Baldırıma attığı kesikten sonra iki üç dakika ortalığı net göremedim. Çığlık attığımı hatırlamıyorum, belki atmışımdır. Belki ikinci kesiğinden sonra atmışımdır. Ya da belki portakal kabuğu soyar gibi derimi soymaya başladığında. Veya tüm zaman boyunca susmamışımdır belki. Zaman kavramı, acı çeken bir insan için çok daha değişik akıyor. Saniyelerin yıllara dönüştüğünü deneyimliyorsunuz. O yüzden bana ne kadar işkence yaptı bilmiyorum. Ama durduğundaki suratını hatırlıyorum. Durup bana baktığında, onu ele geçiren vahşetin suratına verdiği yeni şekli hatırlıyorum. Acıma ve merhametin değil, kana susamışlığın ve öfkenin tablosu.
İkinci darbe
Acı yeterince alındığı zaman bir uyuşturucu oluyormuş, bunu o zaman anladım. Kafamın içinde yavaş yavaş ışıklar sönüyordu ve etraf kararıyordu. Adam da bunu fark etmiş olmalı ki bana sağlam bir yumruk attı.
-Hadi ama fare, daha yeni başladık.
Yumruğun acısı şiddetliydi ama beni kendime getirmeye yetmedi. Bu yüzden tekrar vurdu. Eli bir yumru taş kadar sertti. O vururken dilimin dişlerim altında ezildiğini hissettim. Ağzıma tuzlu ve kaygan bir sıvı doldu, kendi kanım. Yutmak istemiyordum bu yüzden onu tükürme gereği duydum ama ardından gelen bir başka yumrukla ağzımdaki kanlar etrafa ve adamın üstüne fışkırdı.
-Lanet olsun seni fare.
Bir kısmı suratına gelen kanları silmek için yanda duran tezgaha gitti ve temiz bir bezi lavaboda ıslattı. Suratını silerken gözlerini bir an olsun benden ayırmadı. Bana sefil bir şeymişim gibi bakıyordu, üstüne basılması gereken bir böcek, atılması gereken bir leş torbasıymışım gibi. Nefretle, kinle… Bir an içimde korkudan başka bir duygu belirdi. Merak.
-Bunu neden yapıyorsun?
Tek cevabı odadan çıkmak oldu.
-Nereye gidiyorsun?
Bir anlığına da olsa kurtulduğumu, demin konuştuğu adamı çağırıp ikisinin beni serbest bırakacağını sandım.
Niyetinin farklı olduğunu içeri girince anladım. Elinde metal bir su kovası vardı. Ben daha bir şey diyemeden tümü dolu kovayı üstüme fırlattı. Buzlu suyun soğuğu nefesimi kesti. Çığlığım da onunla beraber geldi. Su tenimde ısı değiştiriyordu. Bazen yakıyordu, bazen donduruyordu. Derimden içeri girip organlarımı şoklayacak derecede buz gibiydi. Fakat her şeye rağmen tüm çakralarımı açmıştı ve acımı geçici süreliğine azaltmıştı. Artık etrafı daha net görüyordum. Aşağılık herifin istediği de buydu.
Beni tüm işkence boyunca ayık tutmak istiyordu.
Aynı tezgahtan bu sefer eline bir kerpeten aldı. Size o an hissettiğimin tam bir karşılığı var diyemem. Bir gerilim filminde katil ortaya çıkmadan önceki sessiz ve rahatsız edici ortamın bin kat beterini düşünün. Sanırım en yakın tanım bu olurdu. O üstüme doğru gelirken çırpınıyordum, bağırıyordum ve kurtulmak için aklınıza gelecek her yolu deniyordum. Ama halatlar bir gemiyi tutacak kadar sağlamdı. Leş nefesli yaklaştı, yaklaştı…
-Kalbin çok hızlı atıyor.
Cevap veremedim, suratına baktığımda dahi içim ürperiyordu.
-Korkuyor musun?
Evet demek istiyordum ama onun yerine sadece bir inleme duyuldu. Adam saçımı tuttu ve sandalyenin gerisine doğru çekebildiği kadar çekti. O kadar gergin tutuyordu ki adem elmam nefes boruma batıyordu. Yutkunmak dahi canımı yakıyordu. Bir an ya boynumu ya da saçımdan koca bir tutamı kopartacak sandım. Aşağı, eline baktığımda kerpetenin yavaşça ağzıma yaklaştığını gördüm. O pis nefes, ağzımdan birkaç diş eksiltmeyi düşünüyordu. Bu tabi ki de insanı panikleten bir şey ama benim gibi dişçi korkusu olan bir insan için ekstra korkutucuydu. Bir anda kendimi feryatlar koparırken ve bebek gibi ağlarken buldum. Ağzım, boyumu aşırı gergin tuttuğu için kapanmıyordu. Pis ve üstü her alet gibi kanlı olan kerpeten bana yaklaşırken ona hissettiğim tüm çaresizliği yansıtarak yalvardım.
-Lütfen… Lütfen yapma!
3. darbe
Arkadaki azı dişlerimden birine asıldığındaki çığlığımı hatırlıyorum. Şaşırtıcı ama yanda bağıran kadının sesiyle aynı tınıda bağırmıştım. Sanıyorum ki kendi acı eşiğinin en üst düzeyinde acı çeken tüm insanlar aynı şekilde tepki veriyor. Size tüm konuşma boyunca bahsettiğim saf acı var ya, işte onu gerçekten hissettiğim andı bu. Evet, belki bazılarınız için canlı canlı derimin soyulması daha acı verici görünüyordur ama acı sizin zayıf yönlerinize bağlı bir şeydir. Bu yüzden kişiye göre değişir. Pis nefes işini bitirdiğinde kahkaha atıyordu. Bu, günlük hayatta duyabileceğiniz bir kahkaha değildi. Bu bir insana ait değildi. İçtendi, çok derinlerdeki bir itkinin uyarılmasıyla çıkan insanın en karanlık tarafının kahkahası. Benim saf acı çektiğim gibi o adam da saf zevki benim üzerimden tadıyordu. Eserini bütünüyle incelemek için iki adım geri çıktı. Çenemi kapatamıyordum, ağzımdan soluk almaya çalıştığım an akciğerlerime kanım doluyordu. Saf acının yan etkisini size söylemiştim. İçten ağlama. Kendimi bile şaşırtacak bir performansta ağlıyordum. Her öksürüğümde yere kan fışkırıyordu. Adam elini sildiği bezi ağzıma soktu.
-Isır bunu, kanamadan ölmeni istemeyiz değil mi?
Dünyanın en komik esprisini yapmış gibi gururla güldü. Ardından kapıyı çarptı ve bayılmadan duyduğum son şey o koridorda yürürken çaldığı ıslığın sesiydi.
Kaçış
İçeri sızan günışığı ben gözlerimi tekrar açtığımda gitmişti. Etraf da aynı içimi kaplayan umutsuzluk bulutu gibi karanlıktı. Kurtulamayacağım diyordum, ta ki aklıma bir plan gelene kadar. Sandalyenin yere sabit olmadığını önceden fark etmiştim. Zıplayarak onu ilerletebiliyordum. Tezgaha doğru zıplamaya başladım. Çoğunuz işe yaramayacağını zannediyordur ama uzun ve efor gerektiren bir süreç ardından iki üç metre uzağımdaki tezgaha varmayı başardım. Kenarda duran neşteri gördüm. Biraz uzansam onu alabilirdim. Parmaklarımın ucunda doğrulmaya çalıştım. Şimdi sandalye ve benim tüm ağırlığım ayak parmaklarımdaydı. Adım seslerini duyunca olduğum yere çöktüm, aşağılık herif yine geliyordu! Aynı şeyleri yaşamayacaktım. Bu yüzden her şeyi göze aldım ve işime kaldığım yerden devam ettim. Ben neşteri tutamadan o yere düştü. Hızlı düşünmem gerekiyordu. Var gücümle sandalyeyi sağa savurdum. Sallandı ama düşmedi. İkinci savuruşumda sert bir şekilde yana düştüm. Adım sesleri yaklaşıyordu. Kapının açılması an meselesiydi. İçerinin ışığını açtı ve beni gördü.
Neşteri elime aldığım anda bana doğru koşuyordu.
Boyu o kadar uzundu ki yüzünü göremiyordum. O yüzden bana olan tepkisini görmeye fırsatım olmadı.
-Ne yapıyorsun fare?
Beni yerden öyle hızlı kaldırdı ki sandalye düz durduğunda birkaç saniye boyumu düz tutamadım.
-Eğlenceye kaldığımız yerden devam edelim mi?
O eline kerpeteni alırken başımı sallamaktan başka bir şey yapamıyordum. Yine aynı şekilde saçlarımı tutup geri çekti. Ağzımdaki bezi çıkardı ve o kerpeteni ağzıma götürürken bağırdım.
-Dur!
-Ne oldu fare?
Bahane üretmem gerekiyordu. İpleri kesmem için bana zaman lazımdı.
-Senin işkence yöntemlerin çok ilginç ve dahice. Bunları kendin mi buldun?
Saçma bir soru olduğunu bende biliyorum. Ama her gün bir psikopatla röportaj yapmıyorum değil mi? Ayrıca canınız o denli yanarken ve biri dişlerinizi sökmeye çalışırken hayal gücünüz pek iyi çalışmıyor. Yine de sorum onu etkilemiş gibi saçımı tutan elini gevşetti ve geri çekildi.
-Gerçekten mi?
-E-evet. Ben bunları nasıl öğrendiğini merak ediyorum.
Biraz geriledi ve sunum yapacak bir ilkokul çocuğu telaşıyla suç dolu işkence geçmişini anlatmaya başladı. Dinlemedim diyemem. 17 yaşında kız kardeşiyle başlamış ve sonra bir evsizi öldürmekten 10 yıl hüküm giymiş. Bir ara geldiğim bu yerden de bahsetti. Anlattığına göre burası 2. Dünya savaşından beri var olan bir tarikatmış. Kolunda, tarikata uzun zamandır üye olanlara yapılan bir dövme varmış. Gösterdiği dövme önlüğün üzerindeki sembolle aynıydı ve sanırım onların resmi simgesiydi. Buradakilerin insanları doğramak için yıllık veya aylık “abonelikler” yaptığını da ekledi. Kendisinin en hatırı sayılır üyelerden olduğunu gururla anlattı. 30 dakika zırvaladıktan sonra konuşmaktan sıkılmış olmalıydı.
-Şimdi fare, işimize geri dönelim mi?
İpleri kesme işini bitirememiştim. Biraz daha zaman lazımdı, sadece birkaç dakika daha…
-Peki sembolün anlamı ne?
-Soru sorma zamanı bitti fare.
Kerpetenle ağır çekimde bana yaklaşırken pis nefesini hissedene kadar bekledim ve ani bir hareketle serbest kalan sağ elimdeki neşteri boğazına sapladım, pis nefesli ne olduğunu anlamadan neşteri tuttu. Onu çıkarmaya çalışırken bir yandan da hırıltılı şekilde nefes almaya çalışıyordu. Onun ölümü o an umurumda olan son şeydi. Ayaklarımı da çözdüm. Tezgahın üstünden bir bıçak aldım ve kapıyı kapatıp oradan çıktım.
-Canın cehenneme pislik, diye ekledim gitmeden önce.
Topallayarak koridorda geziyordum. Burası bir mezbaha gibi kokuyordu. Pislik ve kan her yerdeydi. Her birkaç metrede bir floresan koridoru aydınlatıyordu. Nereye gittiğimi ya da nerede olduğumu bilmiyordum. Yan odadaki kız aklıma geldi. Kapısını açmak ve yaşıyorsa onu da çıkarmayı düşündüm ama kapıyı açtığımda tahmin ettiğim manzarayı gördüm.
Kız susmuştu.
Sonsuza kadar.
Biraz daha ileride başka kapılar vardı. Bazılarının demir parmaklıklı pencerelerinden içeri görünüyordu. Bazıları ise benimkisi gibi tümüyle kapalıydı. Çoğunun içinden çığlıklar duyuluyordu. Farklı seste farklı insanlara ait çığlıklar. Ama hepsi ortak bir noktada toplanıyor, acı. Her kapının ardında acı çeken bir ruh vardı. Farklı alet sesleri, etin kemikten ayrılma sesi, kırılan kemik sesleri, deşilen vücutlardan akan kan sesleri… Bazı parmaklıklar ardından insanlar görünüyordu. İki göğsü de kesilmiş bir kadın gördüm. Başka bir odada çığlık çığlığa bir adam vardı. Tam göbek deliğine ince bir ağaç dalı sokulmuştu ve başında fotoğraf çeken biri daha vardı. İlerledikçe başka odalar görüyordum. Gözleri çıkartılmış bir kadının tek gözü ağzındaydı. Diğer gözünü ise otobüste yer vereceğiniz türden bir teyze inceliyordu. Bir başka odada bir adam, bekleyen karısına koca bir yemek masasına yatırılmış genç bir erkeğin baldır etinden bir parça kesip uzattı. Gencin hala canlı olduğunu görünce bu manzaraya dayanamayıp oradan kaçtım. Buradakiler sadece şiddet sevmiyordu. Aynı zamanda tuhaf ve sanatsal bir yönleri de vardı.
Burası yeryüzündeki cehennem gibiydi.
İnsanlığın bittiği yerdi.
Koridorun sonundan sağa bir sapak vardı. Kimse var mı diye bakmak için yanaştığımda bileğimde hissettiğim soğukluk yüzünden bağırdım. Bir el, kapının altından bir el bacağımı yakalamıştı. Ayağımı sallasam bile beni bırakmıyordu. Mengene gibi bana yapışmıştı. Eğildim ve eli tuttum.
-Bana yardım et, bana yardım et, bana yardım et…
Ses kadın sesiydi ama korkmuş ya da yardıma ihtiyacı olan birinden gelmiyordu, aksine sanki çoktan ölmüş biriden geliyordu. Aynı tınıda bant kaydı gibi aynı şeyleri söylemeye devam etti. Üzgünüm dedim.
-Buradan çıkınca yardım getireceğim, söz veriyorum.
El gevşeyince fırsat bilip bacağımı çektim. Ardından kız elini geri çekti. Onu bir çığlık takip etti. Bu, hayatımda duyduğum en uzun çığlıktı sanki. Bittiğinde kulaklarımın içinde yankılanmayı sürdürdü. Yardım getirdiğimde onu canlı bulamayacaklarını biliyordum.
Buradaki çoğu kişiyi canlı bulamayacaklardı.
Sağa döndüm. Bu koridor üstünde yemekhane, teknik işler, güvelik, sadece personel yazan kapıların olduğu normal bir koridordu. En ileride bir kapı vardı. Diğerlerinden daha büyük ve bir garaj kapısı gibi genişti. Çıkış bu olmalıydı. Oraya doğru koştum. Ama tahminimdeki gibi kilitliydi. Geri döndüm ve üstünde yazılar olan kapıları tek tek zorlarken koridorda yürüyen iki ayak sesi duydum.
Birileri geliyordu ve içimden bir ses gelenlerin bana yardım etmeyeceğini söylüyordu.
Geldiğim yerden işkence odalarının olduğu koridora dönerken bir başka yeşil önlüklü adamla karşılaştım. O beni görmeden sırtımı duvara yasladım. Benden kısa ve bodur bir vücudu vardı. Elindeki kanlı eldivenleri çıkarmakla uğraşıyordu. Sıkışmıştım. Kaçacak yerim yoktu.
Hızlı düşündüm.
Adam köşeyi dönene kadar tetikte bekledim. O, hala eldivenlerle uğraşırken beni fark etmedi. Tek kolumu boğazına doladım ve bıçağımı gırtlağına değdirdim. Çığlık atmadı ya da korku belirtisi göstermedi. Sadece ellerini yavaşça havaya kaldırdı. Tam o esnada takım elbiseli bir adam ve kadın köşeyi dönüp benimle karşılaştılar.
-Bir adım daha atarsanız onun gırtlağını keserim.
Adam planımı alt üst edecek bir hareket yaptı ve Glock tabancasını çıkardı.
-Anlaşılan kaçağımız var, dedi kadın. İkisi de zerre şaşırmamışlardı. Bıçağımı boğazına dayadığım adam bile gülüyordu. Ortamdaki en stresli kişi bendim.
-Bana dış kapının anahtarlarını verin, dedim kendimden emin olmaya çalışarak ki bu koşullarda pek mümkün görünmüyordu.
-Yoksa?
-Yoksa müşteriniz ölür.
-Drück fester, dedi müşteri gülerek. Almancam çok iyi değildi ama sanırım anlamı şuydu:
Daha sert bastır.
-Elinde silah olan sen değilsin ufaklık, dedi adam bana yaklaşarak. Bacağımın kabuk tutan tarafı kanıyordu ve dengemi sağlayamıyordum. Başım deli gibi ağrıyordu. Çekilen dişim çenemi titretecek şiddette zonkluyordu. Ellerim o denli güçsüz kalmıştı ki adam bir vursa bıçağı hemen düşürürdüm. O kadar baskı altında hissediyordum ki gözlerimden yaşlar aktı.
-Bunu bize niye yapıyorsunuz?
Adam yaklaşmayı sürdürürken ikisi de bir şey demedi. Güçsüz olduğumu biliyorlardı, bu yüzden benden çekinmiyorlardı.
Sonra her şey birden oluverdi.
Ani bir hareket ile elimdeki rehineyi bana silah doğrultan adama doğru ittim. Ya acemiydi ya da bunu beklemiyordu çünkü ben adamı ittirince tüm şarjörü Çakma Hitler’e boşalttı. Kendimi duvara yasladım. Adam şaşkınlıkla yerdeki Hitler’e bakarken üstüne atladım ve silahı kapmak için hamle yaparken bıçağı savurdum. Bıçağı karnına isabet ettirmiş olmalıyım çünkü acıyla karnını tutarken parmakları gevşedi. Silaha uzanmaya çalışırken bu sefer kadın araya girip silahı aldı ve önce bacak arama sonra diz kapağımın arkasına ayağıyla vurdu. Bıçağı tutan kolumun üstüne doğru yere yığılırken onu da kravatından tuttum ve kadın da benimle düşerken refleks olarak silahı bıraktı. Şimdi silah ikimize de aynı mesafe uzaktaydı. Neyse ki o ulaşmaya çalıştığında hazırlıklıydım ve dirseğimle alnına vurdum. O acıyla burnunu tutarken silaha doğru sürünüyordum ama lanet kadın bacağımdan tutup beni geri çekti. Nasılsa yere düşen bıçağımı almış çünkü ben tam silahı kavramışken bıçağı sağ elimin tam üstüne soktu. Dehşet verici bir tonda haykırdım. Ben acıdan kıvranırken kalktı. Silahı aldı ve bıçağı elimden çekip çıkardı. O çekerken yine yüksek sesle bağırdım. Kadın ayak ucuma doğru yürürken tam göğsüme bir de tekme savurmayı unutmadı. Sivri topuklusunun kaburgalarımdan birini çatlattığını hissettim. Önümde dikildi ve silahı bana doğrulttu.
-Buraya kadarmış, dedi burnundan akan kanları silerken. Ona döndüm, her dokum, organım ve parçam muazzam bir acı içinde yüzüyordu. Yere akan gözyaşlarımı gördüm. Hiç umudum kalmamıştı. Merhamet dilenmenin anlamı yoktu zira bu insanların hiçbiri bir kalp taşımıyordu. Gözlerimi kapadım ve alnımdan içeri girecek mermi için kendimi hazırladım.
Vurmadı.
Biraz daha bekledim.
Yine vurmadı.
Ürkerek gözlerimi açtım. Kadın tetiğe basıyordu ama silah tamamen boşalmıştı. Fırsatı kaçırmadan ona çelme taktım. Dengesini kaybedip kalçasının üstüne düştü. Şansıma benden sadece bir metre uzakta duran bıçağıma uzandım ve o daha kalkamadan bıçağı kalbine soktum. Gözleri önce şaşkınlıkla açıldı ve son kez floresan ışığında parıldadı. Sonra ise ölü kadının gözleri tavana kilitlendi. Bıçağı çektim ve hala yanda karnını tutan adama süründüm. Geldiğimi görürken demin bana meydan okuyan gözleri korkuyla büyüdü. Kaçmak için tek eliyle geri geri giderken onu tuttum ve Alman’a yaptığım gibi bıçağı boğazına dayadım.
-Dış kapı anahtarları nerede?
-Teknik servis odası. Oranın anahtarı da cebimde.
Ceplerini kurcaladım ve bir halkaya geçirilmiş bir ton anahtar buldum.
-Hangisi? Dedim onu sarsarak. Sol eliyle ortalardan küçük bir anahtarı işaret etti. Sonra gözlerime bakmaya başladı. Onu öldürüp öldürmeyeceğimi düşündüm. Aslında meşru müdafaa adı altında çok az bir ceza alırdım ama yapmadım.
Ben öyle bir adam değildim.
Aksayarak teknik servis odasına koştum. Kapı hemencecik açıldı. Kenarda asılı duran bir sürü anahtar vardı ve hepsinin üstünde dış kapı yazıyordu. Birini kapıp çıkarken arkadan koşma sesleri duydum. Birileri geliyordu. Acele etmeliydim. Dış kapıya vardım ve asma kilide anahtarı sokmaya çalıştım ama elim o kadar titriyordu ki anahtar yuvasına bir türlü girmiyordu.
-Hadi, hadi, hadi…
Klink
Vücudumun ağırlığıyla kapıyı açtım ve o durumda ne kadar hızlı koşabiliyorsam koştum. İçeri ses gelmese de dışarıda yağmur vardı. Toprak ve çimenler havaya hoş bir koku yayarak romantik bir ahenk oluşturuyordu. Bunun bile vücudumdaki acıyı kırdığını hissediyordum, üstümdeki kan ve pislik yağmurla suya karışıyordu, özgürlüğün tadı damağımdaydı. Ama bu çok kısa sürdü. Bir milisaniye bacağımın sakat olduğunu unutup üstüne bastığımda ıslak çamura düştüm. Ardından gelen acı beni gerçekliğe döndürmeye yetmişti.
Hala tam güvende değildim.
Koştum, birkaç terk edilmiş fabrika geçtim. Bu sırada yağmur durmuştu ama hava hala karanlıktı. Sokak lambası görülmüyordu. Sadece ay ışığı yolu aydınlatıyordu. Biraz ileride orman vardı. Aşağılık herifler hala beni takip ediyor olabilirdi bu yüzden tek çarem oraya girmekti. Yüksek ağaçlar ay ışığını kesti. Çamlar arasından tuhaf hışırtılar geliyor ama ışık yetersizliğinden onları göremiyordum. Her tarafımdan kan aktığı ve koşamayacak kadar bitap olduğumdan şu an vahşi hayvanlar için işaret fişeği gibiydim. Etrafımı bir korku sardı. Ama bu sefer o tarikattayken hissettiğim gibi bir korku değil. Daha ürpertici ve belirsiz. Bu sefer neyden korkuyordum bilmiyordum ama bir şeyler tüylerimi diken diken ediyordu. Durmadım, kaç saat yürüdüm bilmiyorum. Yağmur, kan ve başka nedenlerden dolayı ıslaktım, bu yüzden tir tir titriyordum. Bir şekil kurtulsam bile zatürre olacağım kesindi. İçimden bir parçam mücadeleyi bitirmek ve olduğum yere çöküp ölmeyi beklemeyi istiyordu.
Ama tam o sırada bir şey gördüm, çalıların arasından bir kızıllık. Oraya doğru koştum. Yaklaştıkça kızıl turuncuya, turuncu sarıya dönüyordu. Ateş, medeniyet. Hayal görüyor olmayayım dedim içimden, lütfen bu bir hayal olmasın. Ama küllerin kokusu, yaydığı tatlı ısı çok gerçekçiydi. Daha hızlı koştum, sakat bacağımı her yere basışımda biraz daha kanım toprağa akıyordu. Yalnız ateş tahminimden daha uzaktaydı. Bedenimdeki güç tükenmişti. Şimdi de oraya varamamaktan korkuyordum. Elimdeki ve bacağımdaki açık yaraya çakıl ve çalı parçaları girmişti. Her adımımda biraz daha çöküyordum. 10 adımda bir düşmeye başladım, sonra 9 oldu, sonra 7,5,3… Derken bir baktım sürünüyorum. Kendimi oraya nasıl attım bilmiyorum. Birkaç liseli gördüğümü hatırlıyorum. Ateşin başında Marshmellow kızartarak gülüşen gençler. Sonra bir kız hayalet görmüş gibi bana bakmaya başladı ve yanındaki arkadaşını dürttü. O da çığlık atıp parmağıyla beni işaret ediyordu. Ben can havliyle onlara ulaşmaya çalışırken film izler gibi beni izliyorlardı.
-Lütfen yardım edin, dedim fısıltı gibi bir sesle.
Sonra bayılmış olmalıyım. Gözlerimi hastanede açtım. Bir hemşire serumumu değiştirirken bana baktı
-Bay Andrew, sonunda uyandınız. Durun, doktora haber veriyorum.
Üstümde mavi bir hastane elbisesi vardı. Yanda çalışan yaşam ünitesi düzenli olarak kalp atışlarımı seslendiriyordu. İçeri uzun boylu, ellisinde ve zayıf çökük yüzlü bir doktor girdi.
-Bay Andrew, uyanmanız ne hoş, dedi başucumda birkaç şeyi incelerken.
-Neredeyim ben?
-Queen Elizabeth hastanesindesiniz. İki haftadır komada yatıyorsunuz.
Kaşlarımı kaldırdım.
-Beni kim getirdi peki?
Birkaç çocuk kamp yaparken sizi görmüşler ve 911’i aramışlar. Doğrusu uyanmanız büyük mucize!
-Niye öyle dediniz? Diye sordum.
Buraya getirildiğimdeki durumumu anlattı. Neredeyse 1,5 litre kan kaybetmişim. Bacağımda 7 santim genişliğinde bir yara varmış ve bir mucize olarak iltihap kapmamış. Uyluk ve leğen kemiğim çatlamış. Elimdeki sinirlerin bir kısmı kalıcı olarak kopmuş, bu yüzden sağ elimin işaret ve yüzük parmağı kalıcı felçli kalacakmış. Aynı zamanda sağ elmacık kemiğim kırılmış, kafa travması geçirmişim. Otuza yakın dikiş yemişim ve bunun gibi birçok şey. Bazı kısımları Latince olduğu için dinleme zahmetine dahi girmedim.
-Annemi arayabilir miyim?
-Birkaç polis ifadenizi alacak. Sonra onlardan talep edersiniz. Tekrar geçmiş olsun.
O dışarı çıkmak için kapıyı açarken aralıktan bana bakan birini gördüm. Üniversitedeki Felsefe hocalarımdan biri. Paul Holmes beni izliyordu. Doktora başıyla selam verdi ve kapı kapanmadan içeri girdi.
-Nasılsın Rick?
-İyiyim Bay Holmes, sizi görmek ne hoş.
– Olanlara çok üzüldüm, dedi ama sanki bunu lafın gelişi söylemişti.
-Bay Holmes, ziyaretiniz çok kibarca ama ne zaman uyanacağımı nerden bildiniz?
Elini göğsüme koydu.
-Geldiğinden beri seni izliyorum evlat. Söylesene o yer hakkında ne hatırlıyorsun?
Cevap vermeden ona baktım, o sadece haftada birkaç saat dersime giren bir hocamdı. Niye iki hafta başımda beklemişti ki?
-Eee, çok bir şey hatırlamıyorum, dedim. Ama sonra aklıma bir şey takıldı. Buraya geldiğimden beri komadaydım, yani yaşadıklarımı kimseye anlatmamıştım.
-O yer derken neyi kastediyorsunuz?
Yatağımda oturur pozisyona gelecekken Bay Holmes göğsümün üstündeki elini biraz daha bastırdı.
-Boş ver bunları. Sen dinlen, dedi ve odadan çıkmak için başucumdan kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açarken, bir şey gördüm sandım. Yanlış mı gördüm bilmiyorum. Belki yaşadıklarımın etkisinden hala çıkamamıştım. Sonuçta o yerde başıma gelenler… Kolay atlatılacak şeyler değildi ama neredeyse emindim. Bay Holmes’ün kolunda bir yanık izi vardı. Kapıyı çekerken iz daha da netleşti.
Bu yanık izi değildi, dövmeydi. Kuş şeklinde bir dövme.

Etiketler:

Yorum Yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3756 Toplam Flood
3961 Toplam Yorum
2334 Toplam Üye
26 Son 24 Saatte Flood

Kod e‑postana gönderildi. (24 saat geçerli)