ölüm hakkında
farklı dillerde “ölmek” kelimesine baktıkça, aslında ölümden çok hayata hangi yerden baktığımızı fark ediyorum.
almancada “sterben”, kökeninde donmak, katılaşmak fikrini taşır: hareketin durması. bu kültürde hayat daha çok eylemle tanımlıdır; ilerlemek, yapmak, üretmek. durduğun an bitiyorsun. modern dünyanın aceleciliği biraz buradan geliyor gibi. almancada ölüm çok bedensel bir şeydir: hareket durur, sıcaklık çekilir, sistem kilitlenir. bu yüzden erstarren (donakalmak), stillstehen (durmak), kalt werden (soğumak) gibi kelimeler ölümle aynı çağrışım alanındadır. almanca ölüm anlayışı insanı bedeniyle ele alır:
hayat = hareket, ölüm = hareketsizlik.
fransızcada “mourir”, latince mori’den gelir ama kullanım son derece duygusaldır. mourir d’amour (aşktan ölmek), gülmekten ölmek, can sıkıntısından ölmek gibi mecazlar çok yaygındır (türkçede de benzer kullanımlar var). burada ölüm bir eşik değil, bir taşma ya da yoğunluk metaforudur. fransızca, ölümü yokluk ya da geçişten çok insan deneyiminin sınırı olarak düşünür. hayat duygularla doludur; ölüm bu doluluğun mecazına dönüşür.
ingilizcede “to die”, tarihsel olarak “tamamlanmak” fikrine yakındır. bir cümlenin nokta alması gibi. burada ölüm bir kopuş değil, bir bitmişliktir. bu yaklaşımda bir sakinlik vardır; panik değil, kabul ön plandadır.
latince “mori”, ölümü bir süreç olarak ele alır: yavaş yavaş çözülme, dağılma. beden merkezlidir ve zamana yayılır. ölmek bir an değil, bir tür yolculuk gibidir.
antik yunancada “thanatos”, kişileştirilmiş bir varlıktır. ölüm gelir ve alır. bu yüzden batı felsefesinde ölüm hep karşılaşılan, yüzleşilen bir şeydir; soyut değil. yunan tragedyalarında ölüm çağrılır, beklenir, bazen pazarlık edilir, bazen kaçınılır ama asla yok sayılmaz.
arapçada “mawt”, durmak ve hareketsiz kalmak kökünden gelir ama asıl vurgu ölümden sonraki hayattadır. ölüm nihai değil, bir ara duraktır. bu bakışta hayat hafifler ama sorumluluk başka bir zamana ertelenir.
japoncada “shinu”, dilsel olarak çok sade bir kelimedir; fransızcadaki gibi mecazlarla gündelik dile taşınmaz ve pek konuşulmaz. japon kültüründe ölüm tanımlanması gereken bir şey değil, kabul edilmesi gereken bir şeydir. doğal bir geçiştir. kelime dramatize edilmez; anlamını ritüeller ve sessizlik taşır. burada ölüm konuşularak değil, yaşanarak kabul edilir. denebilir ki: fransızca ölümle konuşur, japonca ölümle susar.
türkçede “ölmek”, eski anlamıyla “sönmek”e yakındır; ateşin sönmesi ya da ışığın kapanması gibi. burada hayat yanarken anlamlıdır; parlaklığıyla, sıcaklığıyla. bu bakış bana ölümü dramatik değil ama ciddi kılıyor: madem sönecek, o zaman yanarken bir anlamı olsun. bu şu anlama geliyor:
ölüm türkçede ne antik yunandaki gibi gelip alan bir figürdür,
ne fransızcadaki gibi taşan bir yoğunluk,
ne de japoncadaki gibi özellikle ritüellerle çevrili bir olaydır.
daha çok hayat enerjisinin sessizce çekilmesi gibidir.
alev biter. ışık söner. gürültü yoktur. bu yüzden türkçede “öldü” denir, fazla açıklama yapılmaz; ya da “kaybettik”, “aramızdan ayrıldı”, “göçtü” gibi dolaylı anlatımlar tercih edilir. doğrudan “ölmek” kelimesi bile çoğu zaman yumuşatılmak istenir.
her kelime, bir kültürün “son” karşısındaki refleksini ele veriyor:
antik yunanca: ölümle yüzleşirsin
fransızca: ölümle konuşursun
japonca: ölümle susarsın
ingilizce: ölüm biter
almanca: ölüm durur
türkçe: ölüm sessizce olur
bu etimolojilerden çıkan şey şu:
ölüm tek bir şey değil.
onu nasıl adlandırdığımız, hayatı nasıl yaşadığımızın aynası.
ve dil, bunu sandığımızdan çok daha çıplak anlatıyor.
Etiketler:
