Geçen gün Migrostaydım, kasada önümde bir kız vardı. Tüllü siyah bir şapka ve tüylü bir mont giymişti, altında da tayt vardı. 4 tane çikolata 2 tane de çilekli donut almıştı, ürünleri kasaya koyarken bir yandan telefonla konuşuyordu. Hemen biraz daha yaklaşıp ne konuştuğunu dinlemeye çalıştım, belki sevgilisi olabilirdi. Ancak o da ne? Kızın hiçbir dediğini anlayamadım. “Jö ma pelle, a ritealla bizomonto” falan diyordu telefonda konuştuğu kişiye. İşte o an anladım kızın Fransız olduğunu, giyim tarzından, bembeyaz tenini bir sanatmış gibi süsleyebilmesinden anlamalıydım zaten…
İşte o an hiç bitmesin istedim, sonsuza dek o kasada kızın arkasında bekleyebilirdim belki. Elleri dolu olduğu için kafasını sallayarak saçlarını düzeltmeye çalışması ve her kafasını salladığında burnuma gelen o şampuan kokusu… Şekerli ve çekici kadınsı kokusu ve o incecik ses tonuyla cezbetmişti beni. Kasiyerden nazikçe bir adet poşet rica etti ve aldığı çikolataları poşete doldurdu. Hani o kadar narin görünüyordu ki, tüm hayvansal içgüdülerimle onu koruyup kollarımın arasına alasım geliyordu. Poşeti önce açtı ve kasaya koydu, sonra aldığı çikolataları poşetin içine tek tek koymaya başladı. En sonunda siyah renkli cüzdanını çıkardı ve ürünlerin fişini güzelce katlayıp cüzdanına koydu. Sonra da “iyi akşamlar” dedi ve topuklu ayakkabısının seslerini yankılatarak kapıya doğru yöneldi…
Ben de elimdeki ürünü hızlıca alıp dışarıya hızlı adımlarla çıktım. Bir de ne göreyim? Bir tane uzun saçlı deri montlu bir erkek, kızın elinden poşetleri aldı ve o incecik belinden sıkıca tutarak arabaya doğru yürümeye başladı. Sonrasında üstü açık Cabrio serisi siyah BMW’sine doğru yanaştılar, kızın kapısını açtı ve oturduktan sonra yavaşça kapattı. Sonrasında kendisi de bindi ve arabayı çalıştırıp yavaşça ufukta uzaklaştılar.
Ben ise elimdeki yarım kilo tavuk etiyle öylece olanları izledim. Bazen koyuyor işte, hani yapılabilecek hiçbir şeyin olmaması çok üzücü bir durum. Bu olay sayesinde Fransızca öğrenmeye başladım, ilgimi çeken bir dildi zaten. Peki ya gecenin bu saatinde Selahattin Özdemir’den”hepsi bir yalan” parçasını dinleyerek bu yazıyı neden yazdım? İşte bu sorunun cevabında hayatımın boktanlığı yatıyor…