Şimdi bu hikayeyi yanlış anlayanlar olacak, bu hikayeye inanmayanlar olacak. Fakat bu önemli değil. Bir hikayenin gerçekliğinden ziyade size hissettirdikleri önemlidir çünkü. Aynı mantıkla herhangi bir hikayeden yapılan herhangi bir çıkarım kendi içerisinde “doğru” sayılabilir, çünkü bir hikaye, okuyucu tarafından okunduğunda ve analiz edildiğinde anlam kazanır, eğer yazar hikayeyi yazdıktan sonra altına “bu hikayede anlatmak istediklerim, yalan söylemek kötüdür ve kötülük yapmamalıyız” diye yazarsa hikayenin pek bir anlamı kalmaz.
Her neyse, bu boş paragraftan sonra anlatacaklarıma başlayabilirim.
Yıllar önce liseye başladığımda çok mutsuz bir ergendim. Çünkü ne hayatım istediğim yöne doğru ilerliyordu, ne istediğim şehirdeydim, ne de zorla itildiğim yönde bir başarı sergileyebiliyordum. Böyle olunca da teneffüslerde kös kös oturup kraker yiyor, zamanın olabildiğince hızlı geçmesini diliyordum. Bu kös kös oturmalar zamanla sınıf arkadaşlarımın saçma sapan tartışmalarını duymamak için kulaklıkla olabildiğince yüksek sesle müzik dinleyerek kös kös oturmaya döndü. Geriye dönüp o yıllara baktığımda şükrettiğim bir şey var, bu dönem bana çok müzik kültürü aşıladı. Önüme geleni dinlemek yerine seçerek dinleyen bir bireye dönüştüm. Albümleri dinlerken müzisyenlerin biyografisini bile okuyordum. Her neyse, dedim ya, hayatımın ilerlediği yönden memnun değildim, böyle olunca da kendimi her şeyden soyutlamış, asosyal liseli çocuk karikatürüne dönüşmüştüm adeta. Hayattan o kadar bağımsızdım ki yolda birisi çevirip suratıma “Senin ananı sikeyim” diye bağırsa, “Hmm evet kanka, şimdi meşgulüm ben çok ödev falan var, haftaya hallederiz o işleri” der yoluma devam ederdim.
Ben bu halde birkaç hafta geçirdikten sonra, teneffüslerde yanıma bir çocuk gelmeye başladı. Ezkaza bu hikayeye denk gelir de okur diye adını değiştirip ona “Hikmet” diyeceğim. Hikmet de benim gibi asosyaldi. Fakat aramızda çok önemli bir fark vardı ki, Hikmet toplumdan dışlanmıştı. Ben kendi seçimim olarak toplum dışındaydım, fakat Hikmet her ne kadar sınıftaki bir avuç ergene heyecanlı hikayeler anlatırsa anlatsın, ne kadar onları güldürmeye çalışırsa çalışsın, kimse iplemiyordu Hikmet’i. Hikmet, bu durumdan sıkılmış, ve hikayelerini anlatmak için açık bir hedef ve halihazırda toplum dışı olan beni seçmişti. Hikmet yanıma geldikten sonra ikinci ya da üçüncü hikayesi olması lazım, sorununun kaynağını anlamıştım. Hikmet, hafiften maldı evet, ama bu mallık yaşından kaynaklanıyordu ve hikayelerini anlattığı diğer ergenlerde de bir mallık vardı, muhtemelen bende de bir mallık vardı o dönem. Fakat Hikmet’e yaşıyla gelen mallık, yaşıtlarının mallığından çok farklıydı. Yaşıtları *fonksiyonel mal*dı. Fonksiyonel mallık ile kastetmek istediğim şu, eğer herhangi bir konu, somut dünya ile doğrudan bağlantılı değilse konuşmanın hiçbir anlamı yoktur bir fonksiyonel mal için. Bir fonksiyonel malla felsefe konuşamazsınız. Bir fonksiyonel malla edebiyat konuşamazsınız, gerçekten edebiyat konuşmaktan bahsediyorum, “abi sınavda şu konular çıkacakmış, hoca buralardan soracakmış” değil. Bir fonksiyonel malla belki sanat konuşabilirsiniz, ama fonksiyonel mal sinsice konuyu sanat aracılığıyla ün ve para kazanmaya getirir, konu sanat olmaktan çıkar, farkına bile varamazsınız.
Hikmet bir fonksiyonel mal değildi. Çok özel bir maldı Hikmet. Hikmet’in mallığı, daha sonra üniversitede iyice okuyup araştırınca (hatta üzerine ödev yapınca) platonik düşünceye duyduğum nefrete benzer bir nefret duymamı sağlıyordu kendisine. Hikmet için tek gerçek animelerdi. Daha spesifik olmak gerekirse, Hikmet için tek gerçek, **animelerdeki dövüş hareketleri**ydi. Hikmet, okuldan dönünce shonen animeleri izler, sabah okula gelir ve gördüğü hareketleri taklit etmeye çalışırdı. Hikmet’in koskoca külliyattan aldığı tek şeyin bu olmasını aklım pek almıyordu.
Bu arada Hikmet “git” lafından da anlamazdı. Anlamak istemezdi. “Abi şu animede şöyle bi tekme var bak, böyle uçarak atıyo” diye anlattıklarından sıkılır, çekinmeden “Siktir git Hikmet,” derdim yüzüne, anlamazdı. Gitmezdi Hikmet asla. İnsanların onu sevmediğini kabullenemezdi Hikmet. Belki de kendisinin insanları sevmediğini kabullenemezdi, herhangi bir ortak ilgi alanı olmayan benim neden yanımdaydı? Beni sevmesi için bir sebep yoktu, fakat bunu kabullenemiyordu.
Hikmet, kendini bu şekilde aldata aldata bir süre sonra samimi olduğumuz yalanına da inandı. Bu yalanı ona tabi ki ben söylemedim. Hikmet, dışarıdan gördüğü hayatı yaşamalıydı çünkü. Babasının samimi arkadaşları vardı, annesinin samimi arkadaşları vardı, mahalledeki abisinin samimi arkadaşları vardı; onlar toplum dışı değildi. Hikmet de öyle olmalıydı. Görmediği, şablonlarını bilmediği bir hayatı deneyimlemesi, tabiri caizse keşfetmesi kabul edilemezdi.
Hikmet, samimi olduğumuza inandıktan sonra animelerde gördüğü hareketleri üzerimde denemeye başladı. Sert de vuruyordu, hiç acıması yoktu. Ve Hikmet, daha önce söylediğim gibi, “git” lafından da anlamıyordu. Hikmet’e karşılık veremiyordum. Çok iri ve güçlü olduğundan değil ama. Hikmet kısa ve zayıftı aksine. Şiddetten nefret ederdim, aslında Hikmet’ten de nefret ediyordum, ama her ne kadar nefret etsem de o zayıf çocuğa vurmaya vicdanım el vermiyordu. Beni bir vicdani çıkmaza hapseden Hikmet bir süre beni dövdü. Baya baya dövdü adam beni. Sıkılınca bazen kollarını tutuyordum vuramasın diye. Bir kere teneffüste oturduğum yerde uyuklarken dudağımı patlattı, ona bile bir şey söylemedim.
Bu böyle devam ederken, aramızdaki garip kimya dışında olduğumuz grubun dikkatini çekmeye başlamıştı. Bir aksiyon dönüyordu, dahil olmasalar da izlemek, tezahürat etmek istiyorlardı. Bunlar bizi izlerken, ben bir gün dayanamadım ve Hikmet’i dövdüm. Grup gazına mı geldim, yoksa tezahürat eşliğinde dayak yemek onurumu mu kırdı bilmiyorum. Yüzü haricinde her yerine vurmuşumdur sanırım o gün. Hikmet bu dayaktan sonra tarafımca sevilmediğini kabullenedursun, kendi kendimi soyutladığım sınıf arkadaşlarım adımdan söz etmeye başlamıştı. Sanki çok iyi bir bok yemişim gibi “Hikmet’i ne güzel de patakladığım” konuşuluyordu aralarında. Ben konuşmalara dahil değildim, sadece ara sıra kulak misafiri oluyordum. Topluma somut bir katılımım yoktu, ama meta olarak aralarındaydım artık. Çünkü sevmedikleri ve aralarına alamadıkları birini dövmüştüm, aslında daha önemlisi topluluk önünde aşağılamıştım Hikmet’i, aşağılamak zorunda kalmıştım.
Keşke bir iki hikayesine yalandan “hmm ne ilginç abi ya” deseydiniz, komikli olanlara abartı abartı gülseydiniz de bunların hiçbiri yaşanmasaydı. Ne ben sizin aranıza meta olarak dahil olmak istedim, ne de Hikmet sizin tarafınızdan dışlanıp benim gibi huysuz puşta kendisini sevdirmek için çabalamak istedi.
Hikmet’i üç sene kadar önce bir yaz tatilinde, liseyi okuduğumuz şehirdeki küçük bir alışveriş merkezinde gördüm. Hiçbir şey olmamış gibi selamlaştık, hatta eski günler ne güzeldi muhabbeti bile yaptık. Eski günler güzel falan değildi Hikmet. İkimizi de toplum sikti, haberin yok.