Türkiye Yüzyılı
Sokağa adımını attığın an, bir magandanın serseri kurşununa ya da trafikteki bir anlık öfkenin kurbanı olabileceğini bilerek yürürsün; çünkü burada hayat pamuk ipliğine bağlı, kopması için yanlış bir bakış yeterli.
Ama asıl ölüm bu değil. Asıl ölüm, "doğal" diye aldığın domatesin tatsızlığında, içindeki hormon miktarında saklı. Her lokmada, her yudumda, vücuduna girmemesi gereken ne varsa biriktirirsin. Bu, seni bir günde değil, her gün, yavaş yavaş, hücre hücre tüketen bir cinayettir. Kanser kapını çaldığında şaşırmazsın, zira bu topraklarda her türlü ölüme çıkar yollar.
Birileri para kazansın diye o zeytinliklerin/ormanların nasıl yandığı aklına gelir her nefes alışında. Aldığın oksijen yıldan yıla azalır.
Markette daha dün aldığın peynirin bugün fiyatının 1.5 katına çıktığını görürsün. Artık ekmek dışı ve seni daha az kanser edecek yemekler tüketmek lüks haline gelmiştir.
Liyakatsizliğin ve torpilin her bir kurumu sardığını, pırıl pırıl gençlerin işsizlikten kahrolduğunu, mülakatlarda sırf bir dayın/amcan olmadığı için nasıl elendiğini öfkeyle seyredersin.
Sokaklarında kendi dilinden çok başka dilleri duyar, kendi vatanında bir yabancı gibi hissedersin. Kontrolsüz göçün getirdiği gettolaşma ve asayiş sorunlarının korkusuyla dışarı adım atamaz olursun.
Bir kadın olarak gece karanlığında eve dönerken attığın her adımda arkandan gelen bir tehlike var mı diye omzunun üzerinden bakmaktan yorulursun. Adaletin, tecavüzcüye "iyi hal indirimi" uygulayan kravatlı hakimlerin vicdanına kaldığını bilirsin.
En temel hakkını aramak için gittiğin mahkeme kapılarında yıllarını çürütürsün, çünkü bu ülkede adalet, güçlüden ve zenginden yana işleyen kör bir teraziye dönmüştür.
"Gelecek" kelimesi senin için bir umut değil, kapkaranlık bir kaygı yumağıdır. Evladının geleceğini bu enkazın altında bırakmamak için, onu ellerinle başka ülkelere göndermenin hayalini kurarsın. Beyin göçü dedikleri, aslında bir umut göçüdür.
Farklı düşündüğün, eleştirdiğin, en ufak bir şeyi sorguladığın an "vatan haini", "terörist" olarak damgalanmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirsin. Kutuplaşmanın ve nefret dilinin, komşunu komşuna düşman ettiğine her gün şahit olursun.
Evladının zihnini emanet ettiğin eğitim sisteminin her yıl bir yapboz gibi dağıtılıp yeniden birleştirilmesini, bilimin ve aydınlanmanın yerine dogmaların ve ezberin konulduğunu çaresizce izlersin. O körpe beynin nasıl köreltildiğini, potansiyelinin nasıl heba edildiğini görerek, ona sunduğun geleceğin bu olduğuna kahredersin.
Çocukluğunun geçtiği mahallenin, anılarının her köşesine sinmiş o ağaçlı sokağın yerinde şimdi ruhsuz bir beton yığınının yükseldiğini görürsün. Rant uğruna feda edilen her bir parkta, her bir yeşil alanda sadece doğanın değil, kendi geçmişinin de yok edildiğini hissedersin. Nefes almak için sığındığın o sahil kenarının, o ormanlık alanın bir imar izniyle nasıl talan edildiğini duyduğunda, anılarının da buldozerlerin altında kaldığını anlarsın.
Gözünün içine baka baka söylenen yalanlara, "ekonomi şahlanıyor" manşetlerinin atıldığı gün cebindeki son parayla ay sonunu nasıl getireceğini hesaplamaya çalışırken sessizce isyan edersin. Gerçekle bağını koparmış bir güruhun, senin aklınla ve hafızanla her gün dalga geçtiğini fark edersin. Liyakatsizliğin "tecrübe", yolsuzluğun "hizmet", adaletsizliğin "takdir-i ilahi" olarak pazarlandığı bu tiyatroyu izlerken, kendi akıl sağlığından şüpheye düşersin.
Deprem kuşağında olduğunu bile bile çürük binalara nasıl izin verildiğini, bir avuç müteahhit zengin olsun diye binlerce insanın nasıl mezarlarda yaşadığını düşünür, her sarsıntıda kendi evinin tabutun olup olmayacağının korkusuyla uykularından sıçrarsın. Unutulan acıların, tutulmayan sözlerin ve yaklaşan felaketin ağırlığı altında ezilirsin.
Kazandığın paranın daha cebine girmeden nasıl eridiğini, ödediğin dolaylı vergilerle nefes almanın bile bir maliyeti olduğunu acı acı fark edersin. Kendi emeğinle alınan o vergilerin; bozuk yollara, yetersiz altyapıya değil de, şatafatlı açılışlara, bitmek bilmeyen konvoylara ve asla binmeyeceğin köprülerin garanti ödemelerine gittiğini bildiğinde, kendini modern bir köle gibi hissedersin. Senin alın terinle birileri saltanat sürer.
Sokak hayvanlarına atılan bir tekmeden, kesilen bir ağaçtan, kurutulan bir gölden duyduğun o derin sızıyı başkalarına anlatamazsın. Merhametin ve vicdanın, "işimize bakalım" diyen bir pragmatizmle ezilip geçildiğini görürsün. Doğaya ve masum bir cana saygısı olmayanın, sana hiç saygı duymayacağını bilirsin ve bu umursamazlığın ortasında kendini yapayalnız hissedersin.
Ve bütün bu öfkenin, bu bıkkınlığın altında aslında paramparça olmuş bir sevgi yattığını bilirsin. Bu ülkenin sadece taşını toprağını değil, müziğini, şiirini, insanının o en saf halini, bir bayram sabahının sıcaklığını delicesine sevdiğin için bu kadar canının yandığını anlarsın. Vatanını terk etmek değil, vatanının seni terk ettiğini hissedersin. Her gün, çok sevdiğin birinin gözlerinin önünde eriyip gitmesini izlemenin o kahredici acısıyla yaşarsın.
Bir zamanlar duyduğunda ülkeyi ayağa kaldıracak yolsuzluk haberlerinin, liyakatsizlik öykülerinin, adalet skandallarının artık gündelik sohbetlerin sıradan bir mezesi haline gelmesini izlersin. Şaşırma yetini, öfkelenme refleksini ve isyan etme arzusunu yavaş yavaş kaybettiğini fark edersin. Hafızanın her gün yeni bir utançla sıfırlanmasına, en büyük trajedilerin bile bir sonraki gün unutulmasına o kadar alışırsın ki, ruhunun nasıl nasır tuttuğunu hissetmezsin bile.
Elindeki pasaportun her geçen gün daha fazla kapıyı yüzüne kapatan değersiz bir kağıda dönüştüğünü, üç kuruş birikiminle gidebileceğin ülkelerin hayal olduğunu kabullenirsin. Yabancı birine memleketini söylerken artık gururla değil, biraz da mahcubiyetle, biraz da "ama aslında çok güzel yerdir" diye açıklama yapma ihtiyacıyla konuştuğunu fark edersin. Dünyanın gözünde liyakatin, bilimin ve demokrasinin değil, öngörülemezliğin ve keyfiliğin temsilcisi olmanın o ağır yükünü omuzlarında taşırsın.
Pırıl pırıl gençlerin, aldıkları onca eğitimin ardından hayata bir kafede garson ya da bir motorda kurye olarak başlamak zorunda kalmasını, en temel hayalleri olan küçücük bir ev kurmanın bile bir ütopyaya dönüştüğünü görürsün. Onların bu umutsuzluğunu, "şükret" ya da "bizim zamanımızda bu da yoktu" diyen bir önceki neslin anlayışsızlığıyla birleştiğinde, koca bir kuşağın geleceğinin nasıl çalındığına şahit olursun. Onların gözlerindeki o sönmüş parıltı, aslında ülkenin sönen ışığıdır.
Kendi tarihine, kendi sanatçına, kendi aydınına düşman kesilmiş bir güruhun, cehaleti bir erdem gibi kutsadığını dehşetle seyredersin. Heykellerin "ucube" diye yıkıldığı, konserlerin ve festivallerin keyfi bahanelerle yasaklandığı, tiyatro sahnelerinin siyasi birer ringe çevrildiği bir kültürel çölleşmenin ortasında kalırsın. Ruhunu besleyecek o son damarların da nasıl kesildiğini, toplumun nasıl kasıtlı bir zevksizliğe ve vasatlığa mahkum edildiğini anlarsın.
En ciddi felaketlerin, en yüz kızartıcı skandalların bile birkaç saat içinde sosyal medyada bir şakaya, bir "meme"e dönüştüğünü görürsün. Acının ve öfkenin yerini hızla alan o alaycı kahkahaların, aslında bir savunma mekanizması değil, bir teslimiyet ilanı olduğunu anlarsın. Hiçbir şeyin ciddiye alınmadığı, en derin yaraların bile şaka muhabbetiyle geçiştirildiği bu iklimde, ortak bir duruş sergilemenin, bir soruna karşı birlikte ses çıkarmanın imkansızlaştığını hissedersin. Çünkü her eleştiri bir "linç", her uyarı bir "panik", her isyan ise bir "ne işe yarayacak" olarak yaftalanır. Ve sen, acılarınla alay eden bu dev koroda kendi ciddi ve endişeli sesinin ne kadar anlamsız, ne kadar yalnız kaldığını duyarak susarsın. Yanında olması gereken insanların da bu şekilde sindirildiğini, onların da karşındakiler kadar aptal olduğunu fark edersin.
Etiketler: