Toplanın beyler nasıl altıma sıçtığımı anlatıyorum

benimle ilgili olarak bilmen gereken bir detay var. bunu eninde sonunda anlatacaktım fakat zamanlaması konusunda bir türlü netleşemedim, yüzleşemedim kendimle, anlıyor musun ? bu detayı bildiğin anda beni artık hayatında istemeyeceğinden korktum. fakat vicdanım el vermedi bu gerçeği senden saklamaya. neticede eğer dost olacak, arkadaş kalacaksak, o karanlık saatlerin, o kapkara ‘cuma’ gününün omuzlarımdaki ağırlığından kurtulmak ve o olmuş bitmişi seninle paylaşmak zorundayım. hiç yaşanmamış olmasını dilediğim zamanlar oldu, sayısız hem de … ama zaman ilerledikçe, üzerimdeki bu lekeyi kabullendim, o meşum akşamüstünün, vücudumdan bu yaşımda bile çıkmadığını düşündüğüm kiriyle yaşamayı öğrendim. başlamadan önce senden bir ricam var; eğer mümkünse, bu mektubu, yalnız başına kalacağın bir yerde oku, lütfen. burada okuduklarından sonra ihtimaldir ki nemlenecekse gözlerin, bunu etrafındakiler fark etmemeli. eşinin veya çocuğunun soracağı ‘ne’n var hayatım, yoksa ağlıyor musun ? ya da ‘neden gözlerin yaşlı, lütfen ne oldu ?’ sorularına muhatap olmanı istemiyorum. hele ki o soruları yanıtlamak zorunda kalman ve bu mektupla deşifre olan o uğursuz gerçeğimi, yanındakilerle paylaşmak zorunda olman … tanrım, senin haricinde bilinecek olması bu sırrımın, kabul edilebilir bir şey değil. rica ediyorum bu isteğime saygı göster.

yıllardan 1980, aylardan kasım ve tüm tarih ve sıfatlara ilaveten, yağmurlu bir cuma akşamıydı. ilkokul 1. sınıftaydım ve gün bitmişti, son dersteydik. haftanın son ders zilinin çalmasına yaklaşık yarım saat vardı ve arkadaşlarım çantalarını yavaş yavaş topluyorlardı. aslında benim de defter, kalem ve kitaplarımı çantamla buluşturuyor olmam gerekiyordu, normal olan buydu ama benim çok daha derin ve ızdıraplı bir sıkıntım mevcuttu. sınıftaki uğultuyu dün gibi hatırlıyorum. herkes kendi havasındaydı. hafta sonu tatiline dakikalar kalmış olmasından mütevellit öğretmenimiz, sınıfta sessizliği sağlama girişiminde bile bulunmuyor, masasında yoklama defterini dolduruyordu. bense başım öne eğik halde, bir önceki teneffüste en doğal hakkımı kullanmamış olmanın derin hayal kırıklığını yaşıyordum zira sindirim sistemim beni kıvrandırıyor, canım yanıyor ve beni korkutan, o saf halimle adını koyamadığım büyük bir cisim yaklaşıyordu. korkum ise cismin büyüklüğünden bağımsız olarak cismin, vücudumu terk ettiğinde buluşması gereken doğru noktanın o an bulunduğum noktaya uzaklığı ile alakalıydı. ilkokul 1. sınıfta olmam, matematiksel basit hesaplamaları ve mesafesel ve zamansal tahminleri yapmama engel değildi.

yalnızca altı buçuk yaşındaydım. annem ve babam öğretmendi. çoğu öğretmen çocuğu gibi, toplumsal normlara riayet etmem, hal ve hareketlerime dikkat etmem, saygın iki öğretmenin çocuğu olduğumu her daim aklımda tutman, ders sırasında çıkıp tuvalete gitmemem, tuvalete gideceksem de son derse bırakmamam, bu eylemi son ders sonrasına bırakırsam eğer, ben tuvaletteyken temizlik görevlisinin tuvalet ve okul kapılarını kilitleme olasılığı olduğunu unutmamam, böyle bir durum vuku bulursa ve günlerden cuma ise tüm hafta sonu okul tuvaletinde kilitli kalacak olmam, kapıları yumruklasam da beni oradan kimsenin çıkaramayacak olması çünkü anahtarları cebinde taşıyan görevlinin belki de eşiyle uzak doğu seyahatine çıkmış olma olasılığını aklımdan çıkarmamam, seyahatten dönmeyecek olursa da artık okulumuzun bir daha faaliyet göstermeme riskinin olabileceğini hafızama kazımam gerekliliğine benzer talimatlarla yetiştirilmiş efendi bir çocuktum. fakat sorun da buradaydı. son dersteydik, günlerden cumaydı ve benim çok kötü tuvaletim vardı.

kıymetli öğretmenimden izin alsam, muhakkak ki verirdi ama nedense o uğultu ve keşmekeş içinde izin almayı düşünmeden bir hayalet gibi sınıfın kapısına süzüldüm ve koridorda buldum kendimi. işte cennet ileride, yaklaşık yirmi metrelik mesafede, karşımdaydı. cennetin kapısı bana doğru açık haldeydi ve kapı üzerinde, o yaşta manasını bilemediğim ama o an kutsal bir kitaptan fırlamış gibi baktığım sarı pirinçten işlenmiş ‘wc’ harfleri, pırıl pırıl parlıyordu. tam adım atmak üzereydim ki solumdan hızlıca temizlik görevlisi geçti. aynı istikamette ilerliyorduk ama ben tuvaletimi kas gücümle tutuyor olmaktan mütevellit, şaftı kaymış şekilde yalpalarken , görevli hüseyin ise kendinden emin şekilde, seri adımlarla, adeta bir balet gibi zemin üzerinde kayıyordu. hüseyin, tuvaletleri de geçerek koridorun en sonuna ulaştı ve en sondaki harita odasının ışığını söndürerek kapısını kilitledi. akabinde harita odasının yanındaki temizlik deposunun kapısına aynı işlemi uyguladı. gerisinde kalmış olan tuvalet kapılarına ulaşana kadar kapatması gereken 6 kapı daha vardı. tuvalet kapılarına aynı uzaklıktaydık. hüseyin koridorun sonunda, bense ortasındaydım. zilin çalmasına 20 – 25 dakika kadar kalmıştı. babam okulun dışında beni bekliyor olmalıydı. çıkış zilini takiben, oyalanmadan hızlıca okulu terkedip onu fazla bekletmemem için uydurduğunu sonradan öğrendiğim bir yalana inanıyordum ben o esnada ve o yalan tüm benliğimi ele geçirmişti. babamın beni inandırdığı kabus, gerçek olabilirdi. tuvalete girersem ve hüseyin kapıları üstüme kilitleyip karısıyla uzak doğu tatiline çıkarsa, bir de üstüne üstlük, dönüş yolunda gemisi batarsa ben okulun tuvaletinde ömür çürütmek zorunda kalabilirdim. geri zekalı değildim, yalnızca 6.5 yaşındaydım ve babası tarafından kandırılmış bir çocuktum. babam bu senaryoyu beynime nakşetmek yerine “çıkış zili çalınca oyalanmadan derhal kapıya geleceksin yoksa seni gebertirim” dese ben yine yapardım oysa, dinlerdim onu. bu denli kompleks, karanlık ve distopik bir metne gerek yoktu.

işte ben bütün bu duygu ve düşünceler eşliğinde oracıkta çaresizce altıma sıçtım canım arkadaşım. uzun sürmedi. uzun sürmemekle birlikte, o tarihte henüz dünyaya gelmemiş olan kim kardashian’ın poposuna sahip oldum saniyeler içinde. neyse ki slip don giyiyordum. don, bir koruma kalkanı vazifesi görüyor ve biraz efemine, biraz liberal bir duruş katıyordu görünüşüme. ülkede çok yakın tarihte asker, rejime el koymuştu ve sopa gölgesinde, ‘liberalizm’in, türk halkı’na dayatılmasına hazırlık yapılıyordu. halkın da durumu benden farksızdı kısacası. bense liberalizmi o küçük yaşımda çok hızlı kabul etmiştim. küçücük bir çocuğun altına sıçması için askeri darbeye gerek yoktu, kendi kendine yapabiliyordu. yükümü boşalttığım için yürüyüşüm düzelmişti. adam gibi yürüyebiliyordum artık. popomun görüntüsü işi biraz bozuyordu ama olsundu. hiç sorun yokmuşçasına sınıfa geri döndüm.

o esnaya kadar sınıfı unutmuş olan öğretmenimiz bana kötü fırça atmıştı ve derhal yerime oturmam için ısrarda bulunuyordu. daha on beş dakika öncesine kadar panayır yerine dönmüş sınıftaki herkes susmuş ve öğretmen tarafından azarlanan ‘ben’i izliyorlardı, zevkle. – “otursana oğlum yerine !”. yüzüne bakıyordum ifadesizce ve kaşlarımı yukarı kaldırıyordum her ‘otursana’dan sonra, emredilenin yapılmasının imkansız olduğunu anlatmaya çabalarcasına. sana söyleyip söylemediğimi hatırlamıyorum ama ben zilleri çok severim. bugün dahi, çocuklarımı okullarından almam gerektiğinde duyduğum her zil sesi, içimi kıpır kıpır ettirir. zil sevgimin o gün başladığını düşünüyorum. evet nihayet zil çalmıştı ve tüm sınıf dışarı hücum etmişti. nöbetçi öğretmenin verdiği haber bir miktar sarsmış olsa da beni, artık zaten olanın olmuşluğunun verdiği bir rahatlıkla kabullendim hemen müjdeyi. yağmur dolayısıyla toplanma ve istiklal marşı’nın okunması, okul içinde ana holde yapılacaktı.

bana uzun gelse de, müdür bey’in müzik öğretmeninden ricasıyla, holdeki anormal koku sebebiyle biraz hızlı tutulan istiklal marşı törenini takiben dışarı çıktım ve beni bekleyen babam ve annemle birlikte eve gitmek üzere dolmuşa bindik. kokunun dolmuşta hissedilmesi uzun sürmemişti. küçük şehrin tanınan öğretmeni babam, en sert haliyle fırçalıyordu dolmuş şoförünü, dolmuşu temiz tutması gerektiği ile alakalı olarak. öğretmene saygının zirvede olduğu günlerdi ve dolmuş şoförü de ezik şekilde hak vererek babama, suçu, temizlikten nasibini almamış halka atıyordu. askeri cunta ile yollarım, halkı ezme konusunda birleşiyordu.

eve vardık ve konu anlaşıldı. annem beni soyup banyoya soktu ve kaba temizlik için öncelikle hortumla yıkadı. kaba iş bittikten sonra da babama seslenip, banyodaki incelmiş sabunun beni temizlemek için yeterli olmadığını söyledi ve bir kalıp sabun getirmesini istedi ondan. annemle göz göze gelmemeye çalışıyordum çünkü hem yıkıyordu beni hem de kahkahalarla gülüyordu. o benim ilk sevgilimdi ve sevgili tarafından aşağılanmanın ne demek olduğunu öğrenmek için çok küçük yaştaydım. kapıya doğru bakıyor ve babamın beni götürdüğü bilimkurgu ve süper kahraman filmlerini düşlüyordum. sonra kapı yavaş yavaş açıldı ve kalakaldım bir anda. son olarak babamla birlikte sinemada en son izlediğimiz fantastik uzay filminden bir karakterdi sanki içeri giren. annem beni gülerek yıkamaya devam ediyor ve ilginçtir ki banyoya giren uzaylıya tepki göstermiyordu. uzaylının yüzü, dünya atmosferinden etkilenmemesi amacıyla beyaz fanileyle sarılmış haldeydi. kafasına ise, fanileyi yüzünde sabit tutmak amacıyla annemin mutfakta kullandığı yeşil, plastik süzgeci takmıştı. dünyanın kokusunun rahatsız ettiği belli olan uzaylının elinde bir kalıp sabun ve kolunda da ne hikmetse babamın saati vardı.

Etiketler:

Yorum Yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3803 Toplam Flood
4072 Toplam Yorum
2382 Toplam Üye
50 Son 24 Saatte Flood

Kod e‑postana gönderildi. (24 saat geçerli)