*Odaya girdiğimde ikili koltuğa uzanmış, kulağında kulaklıkla oturuyordu ve elini gri eşofmanından içeri sokmuş, mastürbasyon yapıyordu. Beni duymamıştı, şanslıydım. Bu muhteşem manzarayı iki üç dakika kadar gözümü kırpmadan izledim. İnce burnundan hızlı hızlı nefes alıyor, terliyor, muhtemelen eli yoruluyor ama durmuyordu. Sanırım en büyük isteğim hayallerindeki kişi olmaktı. Omzuna kadar gelen kaküllü saçları ileri geri hareket ediyor, sık sık ağzından minik inlemeler kaçıyordu. sağ elini tişörtünün içine sokup sol göğsünü avuçladığında ise kendimi tutamayacak raddeye gelmiştim. Korkutmamak için olabildiğince yavaş bir şekilde omzuna dokundum. İrkilmişti. Fakat beni ve erekte olmuş penisimi görünce gözlerinde şeytani bir parlama gördüm. Eğildim ve onu öptüm, daha sonra yanı başına eğildim ve eşofmanını çıkararak başımı bacaklarının arasına gömdüm. Başım bacaklarının arasında, iki elim göğüslerinde, onun ince ve narin elleriyse benim bileklerimdeydi. İnlemeleri arttıkça bileklerimi daha sıkı tutuyordu ve tüm bedeni kasılıyordu.*
*Bacaklarının arasından çıktım, dizlerimi koltuğun üzerine koydum ve ince belinden tutarak onu kendime çektim. Karşılıklı, dizlerimizin üzerinde duruyorduk ve nefes nefese kalmış, öpüşüyorduk, bir elim ise hala bacaklarının arasında, durmadan onu uyarıyordu. Daha sonra arkasını döndürdüm ve kalçalarının yukarıda, omuzlarının aşağıda kalması için boynundan aşağı doğru ittim. Dudaklarından ürkek bir nida çıkmış olsa da tüm bedeni ve ruhuyla beni istediğinin farkındaydım. Kalçalarına üç dört defa şaplak atıp zevk dolu haykırışlarını dinledikten sonra içine girdim ve hızla pompalamaya başladım. Mastürbasyon yaparken ağzından çıkan minik inlemeler artık çığlıklara, hatta haykırışlara dönmüştü. dakikalarca durmadan çalıştıktan ve ikimizi de epey terlettikten sonra kalçalarının, bacaklarının titremeye başladığını hissettim. Kadınım orgazm oluyordu. Pompalamaya devam ederken saçlarından tutup onu kendime çektim ve o titrerken boynuna öpücükler kondurdum. Boynunu öperken, belini sımsıkı tuttum ve bütün tohumlarımı içine bıraktım…*
Şeklinde yazdıklarımı yüksek sesle okuyordum ki, o sanat düşmanı lanet olası avam herifin sesini duydum mutfaktan:
-Yine seks hikayesi mi yazıyorsun Feridun abi?
Amına koyduğumun çocuğu, çekirdek yiyordu. Çekirdek yiyen insan, kendine saygısı olmayan bir kancıktı. Hem çekirdek yiyor, hem de sanattan anlamıyordu lanetlik maymun. Hayvanat bahçesine konulup tüm gün meraklı bakışlara ve fotoğraf makinesi flaşlarına maruz kalsa, “olsun, yemeğimi suyumu veriyorlar hiç olmazsa, hasta olursam veteriner de var,” diyecek bir adamdı bu. Ne estetikten, ne insan ruhundan, ne de onurdan anlardı.
​
Çekirdek dolu kasesini almış, omzumun üzerinden yazdıklarımı okuyordu şimdi de. Oluşturduğum bu metinde Brecht’e yaptığım göndermeleri, Aristo ve Freytag’a ettiğim isyanları görmesine imkan yoktu, ama anlıyormuş gibi yapmaktan başka çaresi yoktu. Sessiz okumayı bile bilmiyordu bu mantar. Benden öğrendiklerini kızlara yazıyordu. Sanatı nasıl böyle şeyler için kullanırdı? Oldu olacak bir de Hitchcock filmi izleme bahanesiyle eve kız atsaydı. İçimde büyüyen korkunç öfkeyi elimden geldiğince bastırmaya çalışarak:
-Niye dikkatimi dağıtıyorsun? Amcık?
Dedim. Bu pis adamın beni rahat bırakması için onun dilinden konuşmam gerekiyordu.
-Abi kusura bakma ya. Ben bu durumda olduğunu bilmiyordum, bir arkadaşım var, o da bekar şimdilerde, seni onla tanıştırayım istersen?
Şeklindeki akıl yoksunu önerisini duyduğumda ise beni durdurabilecek herhangi bir ahlaki sistem yoktu artık. Apollo’nun oku misali sandalyemden fırladım ve İtalyan ağacından yapılma dolabıma yöneldim. Dedemin verdiği, ona da dedesinden kalmış olan, 1700’lü yıllardan kalan bıçağımı aldım ve bu bıçağı dermanım tükeninceye kadar o aptal adamın bedenine saplayıp çıkardım. Dakikalar süren çalışmamdan sonra kan kaybından dolayı kalçasıyla bacakları titremeye başlamış ve gövdesi yumuşamıştı artık. Bıçağı sapladığım şey birinin bedeni değil de, darmadağın olmuş bir et yığınıydı artık. Belki de insanın en saf haliydi. Hiç kimseyi incitemez, hiçbir aptallık sergileyemezdi. Bir hayvandı; koklayamayan, gülemeyen, yiyemeyen, avlanamayan bir hayvandı. Yalnızca kalbi atıyor, kısık kısık da olsa nefes alabiliyordu.
Gövdesi gümbürtüyle yere düşerken hemen sandalyeme döndüm. Bu olayı da yazıma ekleyecektim. Pastoral edebiyata muhteşem bir darbe, Allan Poe’ya görkemli bir saygı duruşu olacaktı.