Sanki varla yok arası bir zamanda gibiydim. Varoluşumun bir önemi yokmuşcasına. Süzülmüyordum ya da ayakta değildim. Sanki yer ve zaman kavramları pekte yok gibi. Sanki bilincim bile kendinin var olup olmadığından emin değil. Bu yokluğun içerisinde görme yetim yok. Bir kişi olup olmadığımı bile bilmiyorum. Fiziksel ya da metafiziksel bir bedenim yok. Hislerim yok. Sadece ruhum var ve ruhum nerede olduğunu bilmiyor. Kaybolmuş, ıssız, yanlız.
Bu sonsuz karanlığın sanki herşeyi yutup geride bir tek bir şey bile bırakmadığını hissettiğim, mekan olup olmadığı belli olmayan bu yerde, önümde yavaş bir ışık belirdi.
Aynı otomatik bir kapı gibi yana doğru kayarak yokluğun ortasında bir ışık oluşturuyor. İçinden, arkasından vuran ışıktan dolayı simsiyah gözüken bir insan figürü beliriyor. Zeminin olmadığı bu yerde normal bir şekilde yürümeye başlıyor. Yavaş yavaş zaman ve mekan algımı tekrar kazanmaya başladım.
Karşımdaki bu adam 40’lı yaşlarının sonunda, lacivert bir takım elbise giymiş ve kapalı mor bir kravat takmış. Boyunun yaklaşık 1.75-1.80 olduğunu söyleyebilirim. Boyuyla beraber, biraz sıska bir adam. Elindeki evrak çantasıyla sanki olmayan yüzümü süzüyor ve sanki insan mimiklerini taklit edermiş gibi duran yüzüyle düz bir şekilde yüzüme bakıyor. Artık nedense yüzümü hissetmeye başladım. Sanki fiziksel olarak var gibiyim. Ancak hala duyu olarak hala bir şey hissetmiyorum.
Adam yavaşça konuşmaya başladı.
“Kalkma zamanı geldi, Bay Şanlı. Kalkma zamanı geldi. İş üzerindeyken uyuduğunuzu ima etmek değil elbette niyetim. Başka hiç kimse bu kadar dinlenmeyi hak edemez. Tüm o yapılanlar boşa gidecekti ta ki… her neyse, şimdilik zamanınızın tekrar geldiğini söyleyeyim.”
Adamın arkasında uzaktan hatırladığım birşeyler görmeye başlamıştım. Yoksa bir sanrımıydı? Hayır değildi. O siktiğimin günü! Nükleer reaktördeki sorundan dolayı kaç kişi öldü kim bilir? Patlama anına sebep olacak komutları girdiğimi gördüm. Durdurmak için var olmayan elimi sallamaya çalıştım ama nafile. Adam hafif saydamlaşarak benimle konuşmaya devam etti. Hala nükleer reaktörün tepkimeye girdiği anda çıkardığı ani renkleri ve olaylardan sonra olan kaçış anlarımı görüyordum.
“Yanlış yerdeki doğru kişi o kadar çok fark yaratır ki.”
Arkada ölü güvenlik görevlisi Çağrı’nın üzerinden koşarak atladığımı ve asansöre doğru depar attığımı gördüm.
“Bu yüzden, kendinize gelin, Bay Şanlı. Kendinize gelin ve küllerin kokusunu içinize çekin.”
Adam birden bire kayboldu. Sanki nerede olduğumu en baştan bilirmiş gibi bir trende duruyordum. Elinde valizler olan iki adam bana doğru baktı. İkiside neredeyse tıpatıp aynı, oldukça eski ve kirli tulumlar giyiyorlardı. Soldaki anglo-sakson asıllı gibi duruyor. Ancak yüzündeki yorgunluk ve kirden tam olarak ten rengini seçemedim. Saçları tükürükle ıslatılmış, bir tarakla yana doğru taranmış, dağılmaya başladığında da parmaklarını saçlarının arasından geçirerek düzeltmeye çalışılmıştı. Yine tükürükle. Onu anlayabildim en azından. Tulumunun üstünde, tam kalbinin ortasında duran bir arma var. Gri. Yazılarsa siyah. Üstünde “422#06” yazıyor. Sağdaki ise bir zenci. Kirli sakalları ve asker traşı simsiyah saçlarıyla bana bakıyordu dik dik. Onun da anglo-sakson adam kadar yorgun olduğu, bakışlarındaki yavaş hareketteki monotonluktan anlaşılıyordu. Ha birde kafam kadar olmuş göz torbalarından. Aynı şekilde onun da tam kalbinin olduğu yerde bir arma var. Üstünde ise “104#06” yazıyor.
Oldukça basit ve özelliksiz bir kadın sesi anons geçti.
“Sonraki durak: Yenişehir.”
Etrafıma baktığımda sadece tren rayları ve durmuş trenlerden oluşan bir hat gördüm. Trenler en az 80 yıllık. O kadar kirli ve bakımsızlar ki, şuan ki olduğum trenin rayından fırlayıp ters takla atmaması mucize. Tıkır tıkır ilerleyen trenin kirli ve tozlu camlarından dışarı baktığımda kapkara bir hava ve büyük paslı demir yapılardan başka bir şey göremedim. Ardından tren hafiften sola dönmeye başladı. Yavaşladı ve.
Tren aniden durdu. Adamlar ellerindeki valizleri de alıp kapıdan geçiveriyorlar. Ben de aynı şekilde trende kalmaktansa inmeye karar verdim. Zaten son duraktı. Trenden indiğim ilk anda önümde kocaman bir şekilde “TCDD” yazdığını gördüm. Kanatlarını açmış bir kartalı anımsatan bir logonun üstünde beyaz bir hilal ve yıldız var. Altındaki TCDD yazısı neredeyse silinmek üzere gibi duruyordu. Aslında sanki bu kocaman tren garındaki herşey aniden yıkılıp moloz olabilecekmiş gibi hissetiriyor. Her an çökebilirmişcesine. Benle az önce aynı trenden inmiş adamların demir ve paslı merdivenlerden indiğini gördüm. Ardından bir ses duymaya başladım. Yüksek bir yerde duran kalitesiz bir hoparlörden geliyordu bu ses;
“Hoşgeldiniz! İl-06’ya hoşgeldiniz!”
Kafamı yukarıya doğru çevirdiğimdeyse kocaman bir televizyon ekranından 50’lerinin ortasında, kare gözlükleri, ağarmış saçları ve bıyığıyla konuşmaya devam eden bir adam gördüm.
“Buraya gelmeyi seçtiniz, ya da seçildiniz ve buraya gelerek çok iyi bir karar aldınız. Burası kalan en iyi şehirlerden bir tanesi. Ankarayı o kadar sevdim ki başkenti burası yapmaya karar verdim.”
Yerimde durup bu adamın konuşmasını dinlerken birden demir bir makine kafamın üstüne doğru süzülüverdi. Bu sanki bir armadillo zırhına benzer yapısı olan robot herhangi bir kanata ihtiyaç olmadan uçuyordu. Galiba onu yerden iten jet gibi bir şey vardı. Üstünde bir hilal ve yıldız var. TCDD logosunda olduğu gibi silik bir beyaz. Turuncu lensi ile gözlerimin içine bakıyor. Aynı bir akrep gibi katman katman olan demir zırhını oynatıyor, birdenbire olduğu yerde hafifçe süzülüp, hareket etmektense durup dimdik bana baktı. Ve CLİK! Fotoğrafımı çekti it! Bu uçan fotoğraf makinesinin flaşı geçici olarak kör etti beni. Orospu çocuğu! Aynı zamanda o yaşlı adam konuşmasına hala devam ediyordu.
“Valiliğim, hayırsever meclisimiz tarafından bize bahşedildi. Ankaraya evim diyebildiğim için kendimle gurur duyuyorum.”
Bembeyaz körlüğüm yavaştan geçmeye başlarken robotta hurda trenlerin arasından bir kuş gibi süzülerek gözden kayboldu. Herhalde ayaküstü vesikalık gibi bir şeydi. Kimin girip kimin çıktığına dair bilgi almak için fotoğrafımı çekmişlerdir. Ama, ben niye buradayım ki? Başka bir evren olabilir mi ki burası? Burası ne?
“Uzun lafın kısası, buraya kalmaya geldiyseniz, ya da benim bilemeyeceğim yerlere aktarma yapıyorsanız bile hoşgeldiniz. Ankarada güvendesiniz.”
Yayın aniden karıncalanarak bitti. Adamın dediklerine fazla aldırış etmemiş olmakla beraber, trenden birlikte indiğim adamlarda trenlerin arasında kaybolup gitmişlerdi. Bende trenlerin oluşturduğu, fayans bir zemini olan koridordan yürümeye başladım. Koridorun sonuna vardığımda trenden inen adamların evrak çantalarını bir görevliye temsil ettiğini gördüm.
Simsiyah üniformalarının üstündeki kapkara ameliyat maskeleri, aynı trendeki adamların armalarını taktığı yere bir polis arması takmış olan bu herif çantaları alıp, içinde ne var ne yok umursamadan arkasına fırlatıyor.
Arkasına bir göz attığımdaysa aynı onun gibi bir ton çanta ve valizin de aynı vurdumduymazlıkla fırlatılmış olduğunu ve bir valiz tepesi oluştuğunu gördüm. Göğsünde kocaman “GÜVENLİK” yazan bu iri yarı, kıllı adam arkasındaki çanta yığınına bakmak isteyen başka bir adamı sağ kolundan itip;
“İşine bak.” diyor. Emrederek.
Ardından kafasını bana çevirip sordu;
“Vatandaş, senin çantan nerde?”
Cevapsızdım. Konuşamıyordum. Kelimeleri yanyana getirerek düzenli bir cümle oluşturamıyordum. Dilim tutulmuştu adeta. Oluşturabildiğim tek ses ıkınma sesleriydi. Birdenbire;
“Vatandaş, senin HES kodun yok. Benimle geliyorsun. Sivil sorguya alınacaksın.”
Hassiktir! Düzgün cümle kuramıyorken nasıl sorguya çekilip anlatabilirdim ki derdimi? Ki derdimin ne olduğunu ben de bilmiyorum. Noluyor amına koyim?!
“Gişeden geç. Diğerleri seni yönlendirir.”
Bir kaç insan ellerindeki plastik kartları ekrana okutuyor.
“Abonman”
“Tam Kart”
“Tam Kart”
“İndirimli aktarma”
Aynı güvenlik gibi giyinmiş, ancak daha kısa ve zayıf duran bir bekçi bana yanaşıp;
“Hayırdır hemşerim? Bi problem mi var kartını basmaysın?”
Dilim düğümlenmiş, kelimeler ağzımdan çıkmıyor.
Az önce çantaları toplayan güvenlik, bekçiye yaklaşıyor;
“Bu herifin HES kodu bile yok. Sivil sorguya alınması gerekiyor.”
“Tamam be, gel bakeyım şöyle sen.”
Ellerini arkadan kavuşturup onu takip etmemi istediğini belirtecek kaş göz hareketleri yapıyor. Yapacak başka birşey yok. İlla ki takip edecektim. Her adım başı 3 bekçinin olduğu bir yerde kaçmaya çalışmak sadece aptallık olurdu.
Soluk renkli, açık mavi fayansların olduğu, florasanların yanıp söndüğü bir koridora saptık. Adam yol boyunca gıkını bile çıkarmadı. Bir sürü çelik kapı var. Hatta kapıların bir tanesinin altından bir kan gölü akıyordu. Bekçi, kan göletinin üstünden küçük bir çocuk gibi atlayıverdi. Bense etrafından dolaştım. Koridorun ortalarına doğru bekçi dönüp etrafına bi bakıverdi. Sağ ve sol duvarlara bakıp sanki bir şeyler hatırlamaya çalışırmış gibi oda numaralarına baktı.
“Ahanda bura.” derken işaret parmağıyla “#31” numaralı odayı gösterdi. Sağ cebinden hemen hemen 50 tane anahtarın olduğu bir anahtarlık çıkartıp tek tek anahtarlara baktı. En sonunda bulup kapının kilidini açtı.
“Gir bakeyım şöyle.” derken beni yakamdan tutup odanın içine fırlattı! Afallamama rağmen dengemi korumayı başardım. Etrafıma göz attığımda gördüğüm şey pek de farklı değildi. Sararmış beyaz fayanslardan oluşan bir oda. Küçük, mavi beyaz çizgileri olan bir battaniye dışında başka hiçbir şey yok. Kapı arkamdan tam 6 kere kitleniyor. Tak! Tak! Tak! Tak! Tak! Tak! O kadar agresif bir kilitleme ki bu. İnanılmaz derecede gürültülü. Bomboş koridorda sanki 80 kere yankı yapmış gibi hissetirdi. Şimdi yapılacak tek şey beklemek de, neyi beklemek? Belirsizliğin verdiği bir korku vardı içimde. Kalbimde, karnımda iyi olmayan bir his vardı. Neden burada olduğumu aklımda çözümlemeye çalıştım. Bu esnada da kafam karışık bir biçimde tavana daldım.
Belki 10, hadi bilemedin 15 dakika geçti. Ama sanki burada 6 senedir tutuluyor gibiyim. Ruhen yaşlandım resmen! Her neyse.
Kapı ritimli olarak tıklatılmaya başlandı.
“Tıktıkıtıktıktıktıktrık”, nedense tanıdık geldi.
“Orada birisi var mı?”
Sesimin çıkmayacağını anladığım için yere 4 5 kez şiddetli bir biçimde vurdum ayağımla.
Kapıyı simsiyah kar maskesi takan bir adam açtı.
“Vatandaş, benimle gel. Sivil sorgu.”
Bu soğuk odada sadece gövdemi kaplayan battaniyeyi hızlıca üzerimden atıp ayağa kalktım. Adamın çabuk çabuk yürüdüğü yoldan onu takip ettim. Sağa döndü. Bilet gişesinin önünden geçtik. Bir sürü kapalı, kapılarına zincir vurulmuş, metro çarşısını anımsatan bir sürü dükkan vardı. Adam sol elindeki jop’u tutarken sağ eliyle bekçilere ve güvenliklere el sallıyordu. Diğerleri de onu selamladı.
En sonunda bir odaya geldik. Kapıyı anahtarıyla açtı.
Kapıyı açtığında ilk gördüğüm şey bir dişçi koltuğunun üzerinden pıt pıt damlayan bir kan göleti olduğu için çok korkmuştum. Bir sürü tornavida, matkap ve pense benzeri eşya, uzun ve kirli bir masanın üzerine büyükten küçüğe diziliydi.
“Kameraları kapatabilirmiyiz lütfen? Bu elemanla biraz “işim” var. Anlarsınız ya?” diyerek duvardaki mikrofona konuştu. İşim derken bir şeyler imâ ettiği acayip belliydi. Ardından duvardaki kameralar birden bire duvarın içine doğru çekildi.
Adam ceketini çıkarıp koltuğa attı. Ben işler iyi yerlere gitmiyor diye düşünürken birden bire kar maskesini çıkardı.
“Naptın gardaş, nörüyon?”
Ne? Mahalleden arkadaşım, Feridun!
“Oğlum delirdin mi lan hes kodu olmadan gişeden mi geçilir?”
Tek kelime edemedim.
“Pek konuşmadığını biliyorum, o yüzden sana şu kadarını diyim; Dünyanın amına koyuldu ne yalan söyliyim. Bizim bebeler Sincan tarafında bir mekan kurmuşlar, oraya gidebilirsin. Galaktik Kalkınma Partisinin propagandasıyla körelmemiş her beyne ihtiyaçları oldukları hakkında zart zurt bi ton lafları var. Burdan Yenimahalle otobüslerinden birine binmeye çalış, ordan sonrası zaten arazi. Gerisini millete sora sora gidersin. Okey mi?”
“Tamam” anlamında kafamı yavaş yavaş aşağı yukarı salladım. Şuanda olduğum durumu pek kavrayamasam da büyük bir şeylerin olacağını içimde hissediyordum.
Birdenbire;
“Feringo #32! (PAT PAT PAT)”
Kapı büyük bir şiddetle çalınıyordu.
“Sabah iştimasında neredeydin eşşoğlu beşkulak!?”
Feridunla birbirimize endişeli bakışlar attık. Kapıyı çalanın sesi acayip kalındı ve yüksek mertebede biri olduğu çok belliydi.
“Hassiktir hassiktir hassiktir!” dedi Feridun.
Etrafına bakınmaya başladı. Tavana, yere, duvarlara her yere bakıyordu. Sonra küçük bir camı göze kestirdi.
“Şurası!” parmağıyla küçük pencereye işaret etti.
“Hemen çık git yoksa ikimiz de yanarız! Normalde prosedürmüdür, her ne boksa ona göre seni öldürmem gerekiyor! Hemen çabuk!” diyerek plastik bir sandalyeyi pencerenin önüne çekti. Sandalyeye adım atıp camın çerçevesine tutundum. Önce kafam, sonra kollarım, sonra gövdem, en son bacaklarım. Ordan pat diye fayans zemine düştüm. İyi ki o kadar da yüksekten düşmedim.
Arkamdan sandalyenin çekildiğini duydum ve camın hızlıca çarpılarak kapatıldığını gördüm. İçeride tam olarak anlayamadığım bazı bağırışmalar vardı. Ama galiba dedikoducu karı gibi duvara yaslanıp dinlemeye pek zamanım yoktu.
Kutuların üst üste koyulmasıyla oluşmuş bir basamaktan inşaat iskelesine tırmandım. Oradan da daha büyük bir camı açtım. Camı açtığımdaysa içeriye taze ancak is kokan bir hava doluverdi.
Kocaman, simsiyah, üzerinde GKPGK yazan helikopterler uçuşuyor. Bekçiler nöbet geziyor. Bazı sefil siviller kırık dökük otobüs duraklarında aktarma beklerken bazıları nereye gidiyorlarsa yürüyor.
Binalar sanki yeni yapılmasına rağmen eskimiş gibi duruyor. Boyaları o kadar hızlı sökülmüş ki. Kalitesiz. Hepsinin üstünde kocaman levhalar. “TOKİ”.
Uzun bir gün olacak, ona şüphe yok. Allah sabır verir, inşallah.