Okuldan arkadaşlarım tatile gittiklerinden evimizdeki boşluğu elimden geldiğince kendi varlığımla doldurmaya çalışıyordum. Hoş, insan tek başına bu işi pek beceremiyor. Koynuna bir kadın alamayınca, ki bu arkadaşlar olmayınca da pek mümkün olamıyor, kendimi mobilyalarla konuşur, karşılıklı eskir buldum. Anlayacağınız o orospu evlatlarının burada bulunmasını isterdim ancak onların da kendilerini peydahlayan, uçkurlarını doyuracak paraları akıtacak ihtiyarlara karşı görevleriydi bu. Bayram seyranda bu ihtiyarları ziyaret etmek lazım, para akışının durmasını istemeyiz elbet, feleğin de sillesini yemiş adamlarız yalakalıktan anlarız. Yine de ben burdaydım, tek başımayım, her halükarda kaynayan bir tencere fasulyenin karşısındayım.
Her akşam saat 7’de tenceremle, konserve tümörlerimle baş başayken üst katımızdaki komşumun sesleri eşlik eder bana. Bu ibnenin adı Sinan’dır. İbne derken de harbi ibnedir hani; bacaklarını alan, kıçını güzel kokularla, gül sularıyla, vazelinlerle ovalayan harbi bir ibne. Femboy deniyormuş artık bu tiplere, oysa Mersin’deyken top der geçerdik.
Arkadaşım denilen bu enerji sömücü sülükler yanımdayken Sinan pek iyi ortak oluyordu eğlencelerimize. Çilingir sofralarımızda, Galatasaray Beşiktaş derbilerini izlerkene, hatta bistrolardan topladığımız yarım akıllı hazırlık sınıfı hatunları becerirken Sinan’ın o kısık ve sadece buranın insanlarının duyabileceği inlemeleri, vazelinli götünden gelen şak şuk sesleriyle çığlık çığlığa orgazmları pek komik oluyor. Hiçkimsenin bilmediği, sadece bizim olan biricik soytarımızdı o.
Ancak bir başıma beş parasız, salçasız tuzsuz fasulyemin karşısında Sinan’ın zevk mırıltıları pek rahatsız ediyor pek koyuyor bana. Hoş uçkurumuzu doyurmaya gelmişiz bu dünyaya. Çarpık, allahın unuttuğu sokaklarımızda köpek boku ve sidik kokusu arasında bir oradan bir buraya sıçramamızı da sağlayan yekpare hedefimiz, o doymak bilmez uçkur çukurumuza geberene dek kürek sallamaktır. Sinan’ın da buna hakkı var elbet, o da feleğin sillesini yemiş, bizim gibi üç kuruşluk “adam”ın biri. Yine de kim demiş adil olmam gerekiyor diye, kıskanıyorum piçi. Benim 3 haftadır kadın girmemiş koynum ve tokatlanmaktan kızarmış, neredeyse soyulmuş penisim Sinan’ın her akşam farklı farklı sevgilileriyle farklı zevk denizlerine yelken açmasını pek kıskanıyor. Bu da bana pek koyuyordu hatta asıl sıkıntı koymasa olurdu !
Böyle 1 hafta geçirdim, her geçen gün bir önceki günden daha boktan. Cebimde 150 lira kalmış. Bu 3 günlük sevgililerini koyunlardan koyunlara dolaştıran, doyumsuz kadınların sonsuz sevgilerini herkese dağıtmasına engel olmayan (hatta davetkarca teşvik eden) gani gönüllü gavatların ailelerinin yanından binlerce liraları ve yiyecek dolu kolileriyle dönmelerine 10 gün vardı. Bu da karısız 10 gün demektir, hem fakir hem azgın olmak zor iş.
Tenceremle, fasulyemle baş başayım. Sinan’ın sesleri yankılanıyor apartmanımızda, hani neredeyse 34 numaradaki çingeneleri bastıracak. Görünüşe göre de tek başına, deodorant kutusunu sıkıştırıyordur götüne. Eh dayanamadım artık dayandım bunun kapısına. Bu ibneyi ya susturacak ya susturacaktım. Kapının kilitleri yavaş yavaş açılırken aklımda yapacağım belliydi, önce şöyle okkalı bir küfür sallayacaktım sonra rahmetli gibi kafa göz dalacaktım. Kapının kilidi açılınca pek bir şey yapamadım ama ibne denilen şey böyle olmazdı ki. Masmavi gözleriyle, beyaz teni, kısa omuzları, geniş kalçalarıyla afet gibi bir karıydı önümde duran. “İyi akşamlar Kadir Abi hayırdır nedir bu saatte seni buralara atan ?” dedi pek cana yakın bir ses… Sinan’ın sesiydi bu. Femboy dedikleri bu olsa gerek.
Sinan’ın o dar ve kısacık bornozunun altından beliren muazzam vücut hatlarını, sütun gibi süt beyaz bacaklarını seyredalmışım kemerimi zorlayan önümde çadır kurmuş zonklayan sikimden haberim bile yok. Sinan’ın var ancak, deneyimli bir orospu o anlar her erkeğin halinden. Dudaklarıma yapışıp içeri çekti beni. O 1+1 dairede bir İstanbul göğünün altında oradan bir oraya dolaştık. Kahve ve şarap lekeli kanepesinde arkadan tokatladım ibneyi, koca sikimi dibine kadar zorladım pamuk gibi göt deliğinin içine. Yayları çıkmış vazelin kokulu yatağında gırtlağına kadar aldı önce, alırken gözlerini gözlerime dikiyor kaybettiriyordu beni o deryanın içinde. Sonraysa bacakları omzuma aldım, ezdim onu aygır gibi vücudumun altında, işim bitene kadar da dilimi ağzımdan çekmedim. İşimiz bittiğinde pantolonumu giyip çıktım, küçük ama kadınsı göğüsleri bir aşağı bir yukarı inip çıkarken, bir eliyle kıpkırmızı bir yanına dönmüş yüzünü kapatmışken neredeyse baygın bir haldeyken bırkatım onu. Birkaç kürek sallamıştım uçkur çukuruma anlayacağınız, fasulyem de pişmiş olmalıydı.
Sinan’la buluşmaya devam ettim, arkadaşlarım geldikten sonra bile. İbne diye de adımı çıkarttılar gavatlar, rektör bile duymuş olan biteni. Onları da Sinan’a götürünce fikirleri değişti bir anda, hep beraber geçtik küçük kuşumun üzerinden. Herkese yetecek kadar aşk vardı onda. Ta ki bir sabah 3 el silah atışıyla uyanana kadar. Çankırı’daki köyden duymuşlar olan biteni, eh tabi kanla temizlemek gerekir namusu. Küçük kuşumu kaybetmiştim ama halimden de memnundum bir yere kadar, sevgililerinden birini de vurmuşlar kuşumun. Götü ucuz kurtardım yani, ben oradayken gelseler biri daşşağımda biri de alnımda yeni deliklerimle devam ederdim hayatıma. Yine de aklıma gelir hala o günler, geçmişe duyulan özlemimin parçasıdır. Gençtik o zaman, gençlik de herkesi sevmek demektir, eşitçe, kardeşçe… Şimdi geriye bir sikim kalmadı. Günübirlik zevkler, yoksulluğa özgün bitmeyen dertlerle, bazen gelip geçici yoldaşlarımızla devam ediyoruz yolculuğumuza, sonuna kadar…