Baldafar Okyanusu’nun kıyısındaki, Alruin’in kıyı şehirlerinden biri olan Ragaros’un yakınlarındaki sakin ve huzurlu Altınbira Köyü’nün (Altınbira ismi Arneon’un en iyi biralarının çıktığı köy olması sebebiyle Alruinliler tarafından verilen bir isimdir. Köyün asıl ismi Aksöğüt Köyü’dür ki bu isim de köyün merkezindeki göğe kadar uzayan beyaz renkli bir söğüt ağacından gelir.) en kuzeyindeki iki katlı büyük evinin ikinci katında, muhteşem bir konfora sahip olan ve adeta geçmişteki ulu kralların uyuduğu yatakların görkemini ve heybetini andıran yatağında mutlulukla uyandı Ebon. Ağır bir şekilde esneyip, kollarını iki yana gerdikten sonra gözlerini yavaşça açtı ve karşısındaki iki ahşap panjurlu büyük pencereden bir şelale misali akan Güneş’in ışıklarını gördü ve içindeki mutluluk iyice arttı. Sonra yavaşça doğruldu, ayaklarını güçte olsa sıcacık yorganından çıkardı ve hızlıca yatağının kenarında duran terliklerine geçirdi. Hemen ardından yavaşça ayağa kalktı ve basit ama oldukça ferah ve güzel görünümlü odasından çıkıp üst katın koridoruna vardı. Koridorun zemini, tavanı ve duvarları koyu renkli tahtalarla kaplanmıştı. Yerde baştan sona doğru uzayan ve kenarlarında sarı renkli süslemeler bulunan beyaz bir halı seriliydi. Duvarlardan biraz daha açık, ama yine de koyu renkli tahtalardan yapılma üç kapı vardı koridorda ve her kapının iki tarafında, içinde hoş kokulu iki mumun bulunduğu oldukça sade şamdanlar asılıydı. Ebon bu mumları gündüzleri kullanmazdı (çünkü koridorun başındaki, sabahları iki tarafındaki tahta panjurları ardına dek açık olan ve içinden akan Güneş sayesinde aydınlanırdı koridor), fakat geceleri kullandığında hem ışıklarıyla koridoru en uç köşesine kadar aydınlatırlardı, hem de yaydıkları kokularıyla yalnızca koridoru değil, Ebon’un tüm evini ve hatta evinin çevresindeki oldukça geniş bir alanı (bu alan Altınbira (veya siz ona Aksöğüt’de diyebilirsiniz) Köyü’ne kadar gider ve ahalinin ilgisini çekerdi) kendine bağlardı. Koridordaki kapılardan birisi Ebon’un yatak odasına, karşısındaki Ebon’un banyosuna, koridorun sonundaki merdivenlerin karşısındaki kapı ise Ebon’un kilerine açılırdı.
Ebon odasından çıktıktan sonra her gün yaptığı gibi (keza kendisi bunu kendine gelenek edinmişti) o gün de neşeyle banyosuna gitti ve geniş, tahtadan yapılma küvetinde pek çok şarkı söyleyerek huzurla yıkandı. Ebon yalnız yaşardı ama oldukça mutlu ve hali vakti yerinde bir adamdı. Banyosunu yaptıktan sonra doğruca odasına girdi ve üstüne yeşil renkli, kısa kollu bir keten gömlek, dizlerinin üstüne kadar uzayan deriden yapılma askılı bir pantolon ve ayak bileklerini örtecek uzunlukta beyaz çoraplar giydi (başak rengindeki kısa, kıvırcık saçları, tüysüz yüzü ve ortalama bir insandan biraz daha kısa olduğundan bu kıyafetler ona oldukça yakışırdı). Ardından banyosunun ona getirdiği huzurun eşliğinde tıpkı yine her gün yaptığı gibi, kendisine güzel bir kahvaltı hazırlamak adına koridorun sonundaki kilerine girdi. Kiler, ikisi kilerin duvarlarına yaslanmış, diğer ikisi ise bunların arasına eşit bir aralıkla dizilmiş olacak şekilde toplam dört raftan oluşuyordu. Zeminde oldukça fazla işlemeyle süslenmiş büyük bir halı seriliydi (çok yaşlı olduğu uzaklardan belli oluyordu) ve zemin, tavan ve duvarlar tıpkı koridorla aynıydı.
Ebon içeriye girdiğinde kapının kenarındaki hasır sepetini kaptı, kilerin raflarında gezinmeye başladı ve kendisine pek çok dilimlenmiş jambon, bir somun ekmek ve dört yumurta aldı (Ebon oldukça doymak bilmez bir insandı ve bu onun sadece bir öğünüydü). Ardından kahvaltıda içmek için kilerin en sonundaki tahtadan yapılma kasasının içinden öbür eline bir sürahi dolusu portakal suyu (Bu sürahilerdeki sular şaşırtıcı bir şekilde daima buzlarla dolu bir gölden çıkarılmış kadar soğuk olurdu.) aldı ve kilerinin kapısını güçlükle yeniden açıp kilerden çıktı. Ardından kapının hemen yanındaki merdivenlerden evinin alt katına indi. Alt kat geniş bir salondan ve salonun solunda (kapıya göre sol) duvarla ayrılan fakat kapısı olmayan bir mutfaktan ibaretti. Oldukça hoş ve ferah bir yerdi. Salonda bir şömine, şöminenin üstünde bir kazan, karşısında huş ağacından yapılma, üstünde içinde bir demet Açelya bulunan mavi bir vazo bulunan bir sehpa, sehpanın etrafında geniş, büyük ve rahat koltuklar vardı. Koltukların ardında üç veya dört basamaklı, basamakları kısa olan bir merdiven vardı ve oradan çıkılınca mutfağa ulaşılıyordu. Mutfak ise oldukça basitti. Duvarlara yaslanmış olan dolaplar, raflar ve ocak ile mutfağın ortasında duran geniş ve uzun, huş ağacından yapılma, çevresinde yine huş ağacından yapılma altı sandalye bulunan bir masa vardı (Ebon bu masada asla yemek yemezdi. Salonda veya dışarıda, bahçesinde yemek yemeyi daha çok severdi.).
Ebon alt kata indiğinde önce doğruca mutfağa geçti. Ocakta jambonlarını pişirdi, yumurtalarını kırdı, onlar olurken kendisine bir bardak portakallı su doldurup onu içti, ekmeğini dilimledi ve hepsi hazır olduğunda muhteşem bir sunumla kendisine harika bir kahvaltı hazırladı. Ardından sürahisini ve bardağını bir eline, tabağını öbür eline aldı. Koltuk arasına yemek yerken okumayı çok sevdiği hikaye kitaplarından birisini sıkıştırdı ve zor da olsa evinin kapısını açıp bahçesine çıktı. Bahçesi pek çok güzel çiçekle süslüydü ve tahtadan yapılma sağlam ve bakımlı çitlerle çevriliydi. Bahçedeki sağlam bir meşe ağacına bağladığı salıncağı (bunu kendisi için yapmıştı çünkü salıncakta sallanmayı çok severdi) ve evinin verandasındaki bankı dışında hiçbir şey yoktu.
Ebon dışarıya çıktığında ilk önce her şeyi yanındaki banka yerleştirdi. Tam kendisi de oturacağı sırada aklına yerde yemek yeme fikri geldi ve bu sefer değişiklik olması adına bu fikri hoş buldu. Eve girdi ve mutfaktaki çekmecelerden birinden kırmızı bir örtü alıp çitlerin yakınındaki o hoş gölgeli meşe ağacının altına serdi. Ardından kahvaltısını alıp örtüye taşıdı ve üstüne yerleştirdi. Sonra ağaca yaslandı, kitabını aldı ve kahvaltısını yaparken o çok sevdiği kitaplarından okumaya başladı.
Uzun bir süre boyunca o meşe ağacının gölgesi altında kitabını okuyup, kahvaltısını edip, portakal suyundan doya doya içti. Daha önce bu kadar hoş bir kahvaltı yaptığını hatırlamıyordu. Fakat bu hoş kahvaltısı, çitlerin öte tarafında hüzün ve acı ile Batı’ya ilerleyenleri görmesiyle kesildi. Bunlar dostu Uncu Annevil (kendisinin çocukluk arkadaşı), Demirci Albal (zamanında oldukça fazla yardım ettiği ve oldukça fazla yardımını gördüğü birisiydi) ve Ennev Akeyer’di (içten içe at binişine karşı hayranlık beslediği ve çok sevdiği birisiydi). Heyecanla kalktı oturduğu yerden onları kederli görünce ve hızlıca yanlarına geldi onlar çitlerin yanından geçmeden. “Nedir canınızı bu denil sıkan şey dostlarım? Ne için böyle hüzünle gidiyorsunuz? Yoksa köyde bir şey mi oldu?” diye sordu onlara heyecanla, yanlarına geldiğinde.
“Köyün bir şeyi yok da, biz pek iyi değiliz.” diyerek karşılık verdi Albal. “Hayır ola sıkıntı nedir?” diye sordu Ebon, Albal’a. “Kral Odonol çağırdı bizi başkent Eastirya’ya (Estirya diye okunur). Demir Dağ’da ki savaş pek çetin geçermiş, bu yüzden bizi askere alıyorlar. Dikkat edesin senin de kapına dayanabilirler yakında!” diyerek muhabbete girdi Annevil. Ebon’u büyük bir telaş ve hüzün sardı haberleri aldığında. “Heyhat! Desene işler kötüye gidiyor! O zaman size iyi yolculuklar dostlarım, tâ ki sıcak yuvanıza geri dönüp, her şey sonlanana dek! Ben sizi daha fazla tutmayayım. Malum, yolunuz uzun ve geleceğiniz oldukça zorlu. Fakat bana mektup göndermeyi sakın unutmayın, şayet imkanınız buna el verirse!” dedi Ebon gruba, Annevil’in dediklerinin üzerine. “Sen de hoşçakal sevgili kardeşim, tüm bu felaketler başımızdan gidene dek. Ve sana mektup göndermeye çalışacağız, eğer başarabilirsek!” diyerek karşılık verdi Annevil, Ebon’a nezaket ve dostluk gereği. Ardından Ebon diğerleriyle de vedalaştı ve grup Batı’ya, Eastirya’ya doğru yola devam etti. Ebon ise eşyalarını toplayıp evine geri döndü ve günlük işleriyle ilgilenmeye devam etti.
Günler, hatta haftalar geçti, bu zaman boyunca Ebon dostlarından hiçbir haber alamadı. Ne bir mektup, ne de bir haber. Kulağına onlara dair tek bir söylenti bile gelmedi ve tüm Aksöğüt Köyü onları unutmuş gibi yaşayıp gitti. Haftalar sonraysa nihayet bir Eastirya postacısı (Alruin binlerce yıldır ayakta kalan bir devlet olduğundan pek çok sistemde olduğu gibi postacılık sisteminde de büyük temeller kurmuştu) kapısına dayandı. “Dostlarımdan haber geldi! Nihayet!” diyerek heyecanla kapıya yöneldi Ebon ve üst kattan süratle inip kapılara yöneldi. “Selam sana ey postacı! Ne haberler getirdin bugün bana, Demir Dağ’da kılıç savurup, boru çalan dostlarımdan?” diyerek selamladı postacıyı Ebon, kapıyı açtığında ve bir yandan da mektubu istedi. “Dostlarından haber yok maalesef efendi Ebon, onun yerine sana kralın emrini getirdim.” diyerek karşılık verdi postacı ve Ebon’a kızıl mühürlü (bu Kral Odonol’un şahsi mührüydü) bir mektup uzatıp “Dağıtmam gereken pek çok posta var, o yüzden ayrılmak zorundayım. İyi günler efendi Ebon.” diyerek Ebon’un evinden ayrıldı. Ebon ise o an büyük bir dehşet içindeydi ve postacıyı umursamamıştı bile. Bu mektubun onu askere çağırmış olabileceği ihtimali tüylerini diken diken ediyor ve zihnini bulandırıyordu o an da (keza Ebon hayatı boyunca kendisini yaz akşamları rahatsız eden Sivrisineklerden başka bir şey öldürmemişti). Tüm cesaretini toplayarak korku içinde mektubu açtı ve okumaya başladı. Tam tahmin ettiği gibi de oldu! Ebon kral tarafından zorla askerliğe çağrılmıştı. Bedenindeki dehşet daha da arttı, kapıyı açmadan önceki sevinci iyice uçup gitti ve ne yapacağını bilemez hale gelip bir süre dona kaldı. “Karşı gelmek gibi bir seçeneğim yok, mecbur gideceğiz askerliğe. Ki bizzat kral çağırmış, bu durumda hiçbir şekilde buna karşı koyamam.” dedi üzüntü içerisinde bir süre dona kalıp da kendine geldikten sonra. Ardından odasından kendine temiz kıyafetler, banyosundan özel diş fırçasını ve macununu, kilerinden sepetine sığdırabildiği kadar yemeği ve evinin anahtarlarını aldı. Hırsızların kendisi yokken evine girme ihtimaline karşı (Keza Ebon evinde oldukça büyük bir servet saklıyordu ve bu tüm halk tarafından bir efsane olarak da olsa bilinen bir şeydi. O hazineyi nasıl kazandığıysa bilinmez.) hazinesini sakladığı bodrumunun kapısının tüm kilitlerini (15-20 kadar kilit vardı, asma kilitleri saymazsak) vurup tek tek kontrol etti. Ardından yine hüzünle evinden çıkıp, evinin de kapısını kilitledi. Acele ediyordu zira kral ona çok kısa bir süre vermişti ve Eastirya ile arasında çok uzun bir mesafe vardı. Ebon o süre içinde gelemezse hain olarak alınırdı.
Evinden çıktıktan sonra bahçesini son bir kez hüzünle süzdü, ardından çit kapısına doğru aklını kurcalayan mazilerle hareket etti. Çit kapılarına geldiğinde kapılardan geçti ve ardından arkasına dönüp o güzel evine son bir kez daha baktı. “Elbet bu felaket bitecek ve ben yeniden o sıcacık yatağımda uyuyacağım.” diyerek kendini teselli etti çünkü o an gerçekten teselliye ihtiyacı vardı. Tesellinin ardından yavaşça ve istemeyerek arkasını döndü ve tıpkı dostlarının gittiği gibi o da Batı’ya doğru uzayan patikayı izleyip Eastirya’ya doğru yol aldı ve böylece Ebon’un pek çok zorlukla ve pek çok karanlık sonla dolu umudun çok az olduğu yolculuğu başlamış oldu.