Ay ışığı altında demir ve deri botların ezdiği kuru yaprakların sesleri kuşları narin uykularından uyandırdı. Yapraklarının çoğunu dökmüş ağaçlar dallarıyla ışığı bölerek huzmeler yaratıyor, bellerine asılı fenerlerden yayılan sönük ışık ise bir kaç adım ötesini dahi aydınlatamıyordu. ”Hay lanet..” diye somurttu içlerinden biri; orta boylu olsa dahi kilosundan dolayı tıknaz sayılabilirdi, göğsüne kadar inen örülmüş yağlı sakalları, uğraştığı lambanın ışığında kızıl bir alev gibi parıldıyordu. ”Dolu bu..” dedi. Gruptan birkaç adım önde ilerleyen cüsseli adam başını arkaya çevirdi, gülümsüyordu; ”Yaklaşıyoruz o halde.” dedi, sesinde tuhaf bir tını vardı. Belinde asılı olan meşaleyi eline aldı, biçimsiz bir tahtayı sürterek bir kaç zayıf kıvılcım çıkarabildi. Gülümsemeye devam ediyordu. Uzun zamandır aldıkları en karlı iş olmalıydı bu. Ufacık kasabanın nasıl bu kadar altını bir araya getirdiği hakkında en ufak bir fikri yoktu, lakin tekliflerini geri çevirecek de değildi. ”…kork.” demişti ihtiyarlardan biri. ”Şahit olacaklarından kork…” diye devam etmiş, devamında tek bir kelime etmemişti. Bir kaç yıl önce çetenin her bir üyesini kendi seçmişti. Sayıca ufak ama yetenekliydiler. Beraber geçirdikleri yıllar boyunca sadece iki kişiyi kaybetmişlerdi; Cılız Jim ve Tufan. Aklında dönen düşüncelere takılmanın ise pek bir faydası yoktu artık, hatalar yapılmış ve zamanın dalgaları çoktan hatıraları süpürmüştü.
Gök mavisinden alevler bir anda meşaleyi kaplamıştı, bir anda yayılan ışık adamı düşüncelerinin içinden söküp aldı. Meşalenin derin alevinden yayılan ışık uzunca bir mesafeyi kaplamış, değdiği her şey bir anda değişmişti. Yerleri kaplayan kuru yapraklar ışığa değdiğinde gözden kayboluyor, yerlerini cıvıl cıvıl çiçekler ve çeşitli bitkiler kaplıyordu. Işığın ulaşamadığı yerler ise karanlıkla bütünleşmiş hallerini koruyor, kuru yapraklar ve yere zar zor ulaşan ışık huzmeleri gittikçe gerçeküstü bir hale bürünüyordu. Metal, kuru toprağa ulaşınca durdu. ”Durun!” diye gürledi adam. ”Düşündüğümüzden daha yakınız.” dedi, ses tonu yumuşamış, yüzündeki sırıtış yerini donuk bir ifadeye bırakmıştı. Mavi ışığın ufkunu inceliyor, gözleri sürekli yanlış bir şeyler arıyordu. ”Ne oldu Leon?” diye seslendi tıknaz adam. ”Işığın içinde kal.” dedi Leon. ”Ne oluyor lanet olası…” diye devam edecekti ki Leon yavaşça arkasına döndü. ”Alis nerede, Rolf?” dedi, sesi buz gibiydi. ”Ne..?” diye cevap verdi tıknaz adam. Şaşkınlık içinde etrafına bakıyor, kadının nereye kaybolduğunu anlamaya çalışıyordu. Belinde asılı duran baltaya yöneldi, Alis her nereye kaybolduysa karanlık onlar için de geliyor olmalıydı. Leon ve Rolf’un yanında iki kişi daha vardı; ‘Dev’ dedikleri, neredeyse hiç konuşmayan devasa bir adam deriden bir kaç şerit ve omzundaki ayı postu dışında bir şey giymemişti. Gerçekten de bir dev gibi grubun ortasında dikiliyor, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Yanında ise gri, eski püskü bir kaftana sarılmış cılız bir adam dikiliyordu. Elindeki asanın ucu hafifçe parıldamaya başlamış, kapüşonunun altından aklından neler geçtiğini bilmek mümkün değildi..
Işığın erişemediği yerlerden gelen hışırtılar herkes için ayrı bir ses çıkarmaya başlamıştı. ”Neden..?” diye bir ses duydu Leon. ”Neden beni bıraktın sevgilim..?” diye ağlıyordu naif bir kadın sesi. Garipti ki ses, çalıların ardından değil, Leon’un kafatasının içinden geliyor gibiydi. ”Cadı’nın bir oyunu olmalı.” dedi Leon. Daha önce de bunlara şahit olmuştu, kendisi de direnememişti ama babasının annesinin böğrüne sapladığı yabayı hatırlıyordu; yere saçılan kanı, babasının köz gibi parıldayan buğulu gözlerini, kendisine doğru koşuşunu ve henüz ergenliğe yeni girmiş Leon’un ellerinde can verişini… Bütün hikayesi gözlerinin önünden geçiyordu. O da mı bir büyüye kurban gitmişti, yoksa gerçekten kin ile mi babasını katletmişti; sevdiği kız yanan bir binada can verirken sırf bencilliğinden dolayı mı kurtarmayı denememişti…
Leon sessizdi, gözlerini etraftan ayırmıyor, kafasının içinde dönüp duran anılara dalmamaya çalışıyordu. Dakikalardır aynı noktada dikiliyorlardı, her biri silahını kuşanmış, oluşturdukları çemberi korumaya çalışıyordu. ”Hayır… Gitme, bir daha gitme…” diye bağırdı Rolf. Sıkıca kavradığı balta parmakları arasından kayıp yere düştü. Bir kaç saniye sonra ise dizlerinin üzerine çökmüş, kafasını elleri alasına almış ağlıyordu. ”Gerçek değil Rolf, hiçbiri gerçek değil!” diye bağırıyordu Leon. Çemberi bozması kalanları da tehlikeye atacağından kımıldayamıyordu. Metal kalkanı ve kabzasında ejder işlemeleri olan kılıcı ile ışığın ufkuna bakmaya devam ediyordu. Kafasını dolduran sesler giderek yükseliyor, etraftaki sesleri duyması giderek zorlaşıyordu. Rolf’un hıçkırıkları giderek daha da uzaktan geliyordu artık… *Hışırtı,* çalıların arasında bir şeyler kımıldamıştı. ”Neresi..?” diye bağırmaya çalıştı Leon, kafasının içinde bin bir türlü acıyı tekrar yaşıyor, annesinin çığlıkları kafatasının içinde yankılanıyordu. *Çığlıklar…* Leon aniden arkaya döndü. Bir leoparın postunu andıran benekleri, ucunda metal bir mızrak başı olan kuyruğu ile daha önce görmediği bir canavar Rolf’un deri zırhını parçalıyor, her darbede canını aldığı bedenin altında yayılan bir kan gölcüğü oluşturuyordu. Kaskındaki deliklerden diğerlerini görmeye çalıştı. Dev, donmuş gibiydi. ”Rolf! Siktiğimin Rolf’una yardım et!” diye çığırttı Leon. *Nafile,* sesi ne Dev’e ne de yanında dikilen büyücüye ulaşıyordu sanki. Yaratık yüzünü diğerlerine çevirdi, bir anda gerildikten sonra sıçradı ve elinde asa tutan adamı kaftanından yakalayarak mavi ışığın dışına sürükledi. Adam sessizdi. Ne bir çığlık, ne de kan görebiliyordu. Karanlığın içinde, adamın olması gereken yerde çürümüş bir iskelet yatıyordu. Yaratık kaybolmuştu ve geriye sadece iki kişi kalmışlardı.
Leon meşaleyi toğrağa sapladı ve kalkanını tekrar eline aldı, sırtını Dev’e dayadıktan sonra arkasında bir hareket sezdi. ”Dev…” diyecekken bir çığlık koptu bir kaç adım gerisinden. Leon arkasına dönemeden devasa adam baltasının arkasıyla bir darbe indirmişti bile. Meşalenin ışığının dışına savruluyordu ki dengesini toparladı. Darbe metal zırhında bir ezik oluşturmuştu. ”Hay sikeyim..!” diye mırıldandı Leon. ”Pekala.” diye geri bağırdı adama kükrercesine. Dev, elindeki baltayı iki eliyle kavramış ona doğru kendini atmıştı bile. iki metalin çarpışınca çıkardığı tiz sesin etkisiyle devasa adam sersemlemişti, ne olduğunu kavramaya çalışıyordu. Leon ise sağ elindeki kılıcı ileriye doğru itti; kılıç adamın göğsünü tek darbede yarıp geçti. Devasa adam dizleri üzerine yığılırken ağzından Leon’un zırhına ağız dolusu kan sıçradı. ”Üzgünüm, dostum…” dedi Leon. ”Gerçekten üzgünüm…”
Havayı yararak savrulan tek bir kılıç darbesi devasa adamın kafasını bedeninden ayırdı. Düşünmemeliydi. İçgüdüleri Leon’un yanında kalan tek şeydi. Mavi ışığın sınırından, biraz önce gözden kaybolmuş yaratığın kuyruğu fırladı. Tek hamlede meşaleyi topraktan sökmüş ve Leon’dan uzağa fırlamasını sağlamıştı. Rüzgarın etkisiyle sönen meşale, Leon’u tamamen karanlığın pençelerine bırakmıştı. Kendi etrafında dönerek yaratığın yerini saptamaya çalışıyordu. Devasa bir yılanın tıslaması gibi ürkünç sesler etrafını sarmıştı. *Karanlığın içinden bir darbe geldi.* Leon’un kalın zırhı bile yaratığın pençelerine karşı çaresizdi… Ağzından ufak bir inleme çıktı, acıya aldırmamalıydı. *Zıt taraftan başka bir darbe daha.* ”Ah…” diye inledi Leon, kendini tutmaya çalışıyordu. *Hışırtı…* Leon gözlerini kapamış, çıkan seslere odaklanmıştı. *Sağ tarafında yapraklar ezildi…* Leon kılıcını sağa doğru savurdu, yaratığın kopan kuyruğu ayak ucuna düşmüştü. Tıslayan yaratık tekrar karanlığa sığındı. Gözlerini kapayan Leon sesleri dinlemeye, gerçeği yalandan ayırt etmeye çalışıyordu. Daha önce duymadığı sesler ve yaratık kükremeleri etrafını sarmıştı bile. *Nefes…* Leon gözlerini açtı, bedenini sol tarafa fırlatırken kılıcını üzerine atlayan yaratığın karnına sapladı. Can çekişen yaratıkla beraber yere yığıldı…
Leon gözlerini açtığında aynı karanlığın ortasında uzanıyordu. Kaburgalarının arasından kan sızmış, doğrulmayı bile başaramamıştı. Kendisinden biraz uzaktaki iskelete doğru sürünmeye çalıştı. Son bir çırpınışla gözle görülmeyen bir keseyi kavradı. İçerisindeki her şeyi yanına saçtı. Kırmızı bir sıvıyla dolu tüp çatlamış, yarısını akıtmıştı bile. Çatlağa ağzını dayayıp son damlasına kadar emdi. Gözleri yeniden kararmaya başladı…
Karanlıktan daha karanlık, İblisten daha kem bir duman ağaçlığı kanatları altına almıştı. Karanlığın ortasında bir siluet sakin adımlarla ilerliyor, dumandan oluşan uzuvları sayısız şekle giriyordu. Kolu metrelerce uzağa hükmedecek kadar uzadı, yerde uzanan hareketsiz bedenin alnına keskin bir parmak dokundu. Hayatta olduğu barizdi, lakin beden uyanmayı reddediyordu. Göz kapakları altından buğulu bir duman sızmaya başladı. Metal zırhla kaplı beden doğaüstü bir biçimde ayağa kalktı; vücudu hiçbir yerden güç almamış, satranç tahtasında bir piyon gibi doğrulmuştu. Siluet bedene yaklaştı, metal kaskını içeriden parçalayarak yüzünü açığa çıkardı. Kemikli yüz yapısı, omzuna uzanan altın sarısı saçlarıyla zamanla eksilmiş koleksiyonunda güzel bir parça olacaktı. Yavaşça adama doğru eğilip dudaklarına bir öpücük kondurdu, henüz dudakları ayrılmadan sonuçtan memnun bir kıkırdama kaplamıştı siluetin yüzünü. Dumanın arkasında simetrik, çekici bir kadının yüzü vardı, saçları ıslanmış gibiydi, yapışacak şekilde arkaya taranmıştı. ”Beni özledin mi sevgilim…” dedi kıkırdarken. Adamın dudakları hafifçe açıldı, kan dudaklarından hafifçe taşarken gülümsüyordu…
Siluet dumanın arkasına saklanamadan metal kılıç bedenine girdi. Organları arasında kılıcın döndüğünü hissedebiliyordu. Her saniye kılıç vücudunda daha derine giriyor, lakin kılıcı tutan adam işi kolaylaştırmıyor, çektiği acı ve ıstırabın her zerresinden keyif alıyordu. ”Şah mat.” dedi ağzından kan akarken. Siluetin etrafındaki duman dağılana, cadının ruhu bedenini terk edene kadar kılıcı vücudunun içinde hareket ettiriyordu. Duman dağıldığında, ağaçlık görkemli güzelliğine kavuştuğunda cadı ve Leon karşı karşıya yere yığılmıştı. Cadının bedeni gençliğini ve güzelliğini kaybetmiş, derisi kemiklerine yapışmıştı; bedeninden bir damla kan çıkmamıştı.
Ağaçların yaprakları, toprağı renklendiren çiçekler ve görmediği otlar arasında kanlar içinde uzanıyordu Leon. Kendisinden biraz uzakta Alis yatıyordu. Parmaklarına kaynamış metal parçalarının yanı sıra karnını yarmış kılıcın izi kuşandığı zırhının dışından bile belli oluyordu. Trajik bir gülümseme Leon’un dudaklarını kaplamıştı. Demek Tanrılar onlara böyle bir sonu layık görmüştü; yıllarca yan yana savaşmış, lakin birbirlerinin ellerinde can vermişlerdi. ”Kılıçla yaşayan, kılıçla ölür…” diyebildi kan boğazını sararken.
-Vatiya Hikayeleri.