“Ulan Âdemoğlu o kadar teklif geliyor sana, halen bu mekânın rutubetli duvarlarından vazgeçemiyorsun.” “İyi ya Besim Efendi rutubet iyi gelir insana deniz havası almış gibi olursun.” “Allah sana akıl fikir versin iyi mi ?” Profesör bıyık altından gülümsedi. “Sırıtma öyle. Ciddiyim ben. O kadar dil bilirsin. Almanyalarda okudun. Buna rağmen tıkıldın buraya. Senin gibileri çoktan atı alıp Üsküdar’ı geçti.” Profesör’ün arkadaşı derin bir nefes aldı ve cebinden çakmağını çıkarıp elindeki sigara dalının ucunu kararttı. Ağzına götürdüğü nikotin bedenine dolarken alyansının iz yaptığı yüzük parmağını henüz ağzından çektiği eliyle okşadı. “Bu şey” dedi parmağı göstererek. “Ağrıdan başka bir halta yaramıyor.” “Hala gelmedi mi ?” “Yok. Bu saatten sonra geri dönmez.” “Otuz senedir aynı yastığa baş koyuyorsunuz Besim. Bu saatten sonra geri dönmez ne demek ?” Besim Bey alyansını yavaşça parmağından çıkardı. “Ne anladıysan o demek Âdemoğlu.” Profesör, Besim Bey’in yanına yaklaştı. ”Bak efendi, seni kendimi bildim bileli tanırım. İnadın keçinin inadından beterdir. Fahriye’nin de aynı şekilde. Siz iki dağ keçisi bu kadar inat ettiyseniz çok büyük bir şey olmuş demektir. Sahilde iki meze deviririz anlatmazsın, Mısırcılar’da fellik fellik ansiklopedi bakarken anlatmazsın, ulan güp güp midyeleri mideye indirirken bile anlatmazsın. Ne oldu Besim, nedir bu inadın sebebi ?” Besim Bey derin bir iç çekti. “Kavga ettik Âdem. Onca yılın birikmişliğiyle kavga ettik. Fahriye’yle birbirimizi o kadar kırdık ki olay inadı geçti. Tahta köprüyü bana bıraktı. Suların arasından seke seke karşıya geçti.” Profesör hafifçe gülümsedi. “İçindeki aristokratın damarı kabardı değil mi ?” Besim Bey kaşlarını çattı. “Ulan seni adam yerine koyanda kabahat.” “Dur dur” Profesör elini Besim Bey’in omzuna koydu. “Besim, biliyorsun sana kapım sonuna kadar açık. Canın sıkıldığı zaman çekinmeden gel. Rahatlarsın.” “Biliyorum Âdemoğlu. Biliyorum.”